Yargıtay 1. Ceza Dairesi, Güldünya Tören'in ''töre'' nedeniyle öldürülmesine ilişkin davada, kardeşleri İrfan Tören'e verilen müebbet hapis ile Ferit Tören'e verilen 23 yıl 4 ay hapis cezasını bugün onadı.
Güldünya'dan etkilenerek aşağıdaki Gül Dünya adlı öyküyü yazmıştım.
Bu öykü, 1 Mayıs 2006 tarihli Varlık dergisinde yayınlanmıştı.
Gül Dünya
Güldünya’ya…
Yemek kuyruğunda arkadaşlarla laflıyordum. Kuyruğun ucunda, kırık, keskin bir tırnak gibi takıldı gözüm ona. Kuru bir dalı andıran vücudu ve kan kırmızısı tayyörüyle, orta boylu, balıketli yanındaki kadınlardan ilk bakışta rahatlıkla ayırt edilebiliyordu aslında, ama tam olarak çıkaramadım onu.
Bir ara aynı hizaya geldik. Kısa bir süre bakıştık. Oydu. On yıl öncesindeki aynı anlamsız, donuk gözlerle tepeden tırnağa süzdü beni, yine bir çırpıda. İrkilerek, dizlerimin üzerindeki eteğimi aşağı çekiştirdim. O gece hiç bir şey yapamadığım için içim içimi bir kez daha yerken, tiz bir çığlık geldi kulağıma uzaklardan.
Hiç değişmemişti, sadece türbanı yoktu bu kez başında. Koyu kan kızılı düz, parlak saçları, omuzlarının üzerindeydi. Eğreti duruyordu başının üzerinde saçları. Kaşlarına kızılın aynı tonunu vermeyi becerememiş, buzdolabından yeni çıkarılan çiğ tavuğu andıran, ince, mor damarlı bembeyaz boynunu ve yüzünü renklendirmek için boş yere zaman harcamıştı. Koyu renkli, kemik çerçeveli gözlüğü, başının üzerinde çarpıktı yine.
O gece acilde nöbetçiydim. Bacağından ve karnından kurşunla yaralanmış genç kadının yanında görmüştüm onu ilk kez. Kadıncağızın ilk müdahalesi yapılmış, zorlu ama başarılı bir ameliyattan sonra, durumu kontrol altına alınmıştı. Kötü bir nöbet geçiriyordum. Servis her zamanki gibiydi, yaralananlar, kaza geçirenler, intihar teşebbüsünde bulunanlar, ama o akşam göğsümde müthiş bir ağırlık vardı ve herkes, her şey üstüme üstüme geliyordu.
Nöbetin sona ermesine az kalmıştı, ama kadıncağıza çok üzülmüş, yoğun bakıma alınmasıyla ilgili işlemlerini bitirmeye karar vermiştim. O, odaya girince hemen ayaklanmış, beni baştan aşağı incelemiş, “Yaşayacak mı?” diye sormuştu kaba bir ses tonuyla. “Merak etme iyileşecek” dediğimde, tuhaf tuhaf bakmış, yarı aralık dudakların arasından çarpık, sivri dişleri parlamıştı. Çatlak sesini duyunca, kadıncağız gözlerini araladı, onunla göz göze gelince hemen çevirdi başını duvardan tarafa.
O, yatağın ucundaki sandalyeye oturdu, uyuklamaya, hatta hırlamaya başladı bir süre sonra. Başını kaldırdı usulca kadıncağız, gözleri onda, “Akrabam” demişti, sessizce, masasındaki evrakı doldururken ben. Bu sefer daha yakından inceledim onu. Birbiriyle ilgisiz renklerde, ayak bileklerine kadar uzun bir etek ve uzun kollu krem rengi parlak bir gömlek vardı üzerinde. Başındaki siyah türbanı, bir bıçağın ucu gibi sivri çenesinin altına sıkıca düğümlenmişti. Bir ara başı, sandalyenin arkasından, boşluğa doğru kaykılınca, türbanının üzerindeki gözlüğü düşecek gibi olmuştu. Toplanmış, sert bir hareketle gözlüğü düzeltip, çapaklı gözlerini aralayarak, duvardaki saate bakmış ve tekrar uyuklamaya başlamıştı.
O uyuklarken öğrenmiştim kömür gözlü, simsiyah uzun saçlı, genç kadın hikâyesini. Fısıldadı kulağıma, “Kirlettiler beni”, bir gözü başucundakinde. Amcakızının kocası tecavüz etmişti. Hamile olduğu anlaşılınca, Bitlis’ten İstanbul'daki dayısına yollanmıştı. 22 yaşındaydı. “İntihar et, namusumuz temizlensin” dediler, “Senelerce uzattığım saçlarımı kazıttılar. Kahroldum. İntihar etmem için bana neler etmediler ki! Çıldıracaktım.” diye ekledi. Nefes nefese kaldı fısıldarken. Konuşacak dermanı yoktu. “Aman duymasın” dedi usulca. Elimi omzuna koydum, saçlarını okşadım, kulağına eğilerek, fısıldadım “Duymaz, merak etme!”. Kara gözlerinin içi gülmüştü, adı gibi.
Sırf, Umut’una bakabilmek için, yaşamaya karar vermiş, törenin uygulanacağını anlayınca polise sığınmak zorunda kalmıştı. Polis, babasıyla görüşüp, kıza dokunulmayacağı sözünü almıştı. Küçükçekmece'de, ayakta zar zor duran, beyaz sakallı, 66 yaşındaki bir imama teslim etmişti ailesi onu. Sesini iyice alçalttı. “Adamın oğlu musallat oldu bu kez, İstanbul’a geri döndüm. Erkek kardeşlerim İstanbul'a gelmiş. Takip etmişler. Buldular beni. Konuştuk. İkna oldum bir kötülük yapmayacaklarına, ama kurşunladılar beni” dedi, duyulur duyulmaz bir fısıltıyla. Sokak ortasında kurşunlamışlardı ablalarını. Bebesini ölümden saklamak için dayısına emanet etmişti. Bacağından ve karnından yaralanmıştı. Karaciğerini parçalamıştı kurşunlardan biri. Elimi sıktı, “Ölümüm töre gereği olacaksa, onlardan önce ben kendimi öldürürüm. Töreye kurban gitmek istemiyorum”.
Gün aydınlanmak üzereydi. Takatsiz girdiğim odadan, bölük pörçük çıkmaya hazırlanıyordum. Tecavüze uğramış bir kadınla ilk kez karşılaşmıştım. Çok yanmıştı canım. İnce yorganını boynuna kadar çekmiştim. Yatak biraz sert doktor abla” diye fısıldamıştı bir ara. “Hiç merak etme, değiştirtirim” derken, sandalyedekinin başı yana kaykılmış, uyanmıştı. Çapaklı gözlerini kırpıştırarak saate bakmıştı, türbanını düzeltirken. Gözleri birden büyüdü, robot gibi ayağa kalktı. İşte tam o an sertçe açılmıştı kapı. İki adam daldı içeri. Kılı kımıldamamıştı, kara gözlü kadının. Kapattı gözlerini usulca. Bellerindeki silahları çıkarıp, kurşunladılar kadıncağızı. Kırmızıya döndü yorganı. Başı yana düştü. Bir kenara ilişmişti o. Bana doğru salladılar silahlarını, bağırdılar, çağırdılar. Bacaklarım titredi. Sadece çığlık attığımı hatırlıyorum o andan sonra.
Ne kadar seslenmişti bilmiyorum. Ben tepki vermeyince önümdeki tuzluğa uzandı karşımdaki arkadaşım. Onu görmüştüm, arkadaşımın omzunun üzerinden. İlerdeki masalardan birindeydi, arkası dönüktü. Kürek kemikleri, elbisesini deldi delecek, sivri iki hançer gibi asılıydı sırtında.
Hastanedeki yataklardan birinde kendime gelmişim, başımda polisler ve arkadaşlar. Yatak, musalla taşı gibi sertti. Dudaklarım kupkuru. Su istemiştim. Doğrulunca, koridordaki kalabalık içinden seçmiştim yılan gibi ince, uzun bedenini. Yüzünde hain bir gülümseme. “Kimiymiş o?” diye sordum başucumdaki arkadaşıma. “Amcasının kızıymış!”.
“Çorbanıza bile dokunmamışsınız! İyi misiniz?” dedi Başhemşire, yüzünde boş bir gülümseme. Kenara çekildi, ekledi “Sizi kliniğinize yeni başlayacak Hemşire Hanımla tanıştırayım”. Önümdeki kâsede topak topak olmuş bulamaca baktım. Elim ağzımda, kalktım. Sandalyem yana düştü.
Caner Can
Ocak 2006, Ankara
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder