31.07.2010

Bir Fikri Öldürmenin Sekiz Yolu


Zeki Müren ve Cemil İpekçi + Bulent Ersoy

Zeki Müren hiç unutulmayacak, ama İpekçi bu saat ölsün, akşam hatırlayan olmayacak...

ortalarindaki abi de vazoyla cicek tutuyo :) konsept super :)) - Zakir
cemile ipekçi gibiymiş bıyık olmasa :p - mariamaqdalena
simdi cok farkli sanki :)) ama kendisi "tutucu" di mi? :) - Zakir
zakir bunları bir seferde yüklesene ya. çok iyi bunlar. - Eren Öğrül
Zamanın gözde bekarları sanırım :) - Harun Güven
:) ne muhabbetler dönüyordur kim bilir - Vehbi
solda kasa kasa #Aroma ve #Uludag mesrubatlari var :)) ama bizim delikanlilarin onunde #raki var - Zakir
ortadaki abi enteresan, evet. - Ozgur Demir
ortadaki abi de gayet ............ duruyo ikilinin yanında. allahallah? acaba? bilmem ki. - Bora DAN
ortama uyum saglamis, elini de Zeki Abimizin omzuna atmis :D - Zakir
#magazin ŞOK ŞOK ŞOK :)) - Zakir
bi de bu var zeki ve bulent opusurken: Emre Bilgili
cemil gençliğinde de orijinal adammış - Master Chief
oh may gad! o zaman fotaşak da yoktu di mi :/ - Zakir
Cemil'in fransadan geldiği yıllar bunlar :D - Oğulcan Selçuk Akbulut
Fransa Cemil'i bozmus OSA :)) - Zakir
vay, çok acaip - Uğur "vigo" Özyılmazel iPhone hizmetinden
hem de nasil.. :)) - Zakir

Afghanistan

A

Tomorrow, TIME Magazine will treat newsstand customers everywhere to one of the most rank propaganda plays of the Afghanistan War. The cover features a woman, Aisha, whose face was mutilated by the Taliban, next to the headline, "What Happens If We Leave Afghanistan." Far more people will see this image and have their emotions manipulated by it than will read the article within (which itself seems to be a journalistic travesty, if the web version is any indication), so TIME should be absolutely ashamed of themselves for such a dishonest snow job on their customers. Readers deserve better.

Let's clarify something right off the top when it comes to this cover: Aisha, the poor woman depicted in the photograph, was attacked last year, with tens of thousands of U.S. troops tramping all over the country at the time. This isn't the picture of some as-yet-unrealized nighmarish future for Afghan women. It's the picture of the present.

With TIME Magazine's horrendously misleading cover distorting the public debate on Afghanistan, it's important we let our friends and family know the truth about women's rights in Afghanistan. Please share this video with your friends. It's critical we push back against TIME's misrepresentation.

Almost a decade has passed since Laura Bush declared that "because of our recent military gains, women are no longer imprisoned in their homes" in Afghanistan. For almost a decade, that claim has been a lie.

The truth is that American military escalation will not liberate the women of Afghanistan. Instead, the hardships of war take a disproportionate toll on women and their families.

As the reader can tell, the issue is far more complex than the farcical "stay or leave" choice framed up on TIME's shameful propaganda cover art. The U.S.'s massive troop presence and the escalating instability is strengthening the hand of the political forces that want to roll back women's political equality, so the longer we stay, the worse off women will be as they attempt to navigate the eventual political settlement of the conflict. Yet, U.S. inattention to (or outright malignant influence on) the factors shaping the field for that political struggle are affirmatively hurting the struggle for women's political equality. We will leave the combat field, and we have to do it soon, and while we leave, we have to do our best to help shape a political field supportive of the Afghan women's struggle to liberate themselves.

Pulling this off will require a deft hand, and it's not clear whether the Kabul government or our own government, given the atrophied nature of the State Department, is up to the task. Given the vested interests who have a stake in the existence of the Amnesty Law, repealing it will be enormously difficult in Afghanistan's political arena (and no one should let the U.S. off the hook for helping to shape this political environment through support for known warlords and war criminals). But what is clear is that using the rights of women as a justification for extending our massive U.S. troop presence in Afghanistan is a recipe for failure on this issue and for the betrayal and heartbreak of those who care about the fate of Afghan women.

Shorter version: TIME Magazine' cover art is rank propaganda, and the current U.S. policy is failing women, badly.


29.07.2010

Did Facebook Just Get Hacked?

G

What's going on with Facebook? Users who have (Latin American) Spanish as their default language on Facebook are being greeted with foul language and mysterious messages like "inci minakor" and "inci siker." Did Facebook get hacked? (Update: Kind of!)
We received an email from a tipster who let us know that some odd stuff was going on with her newsfeed. She uses Spanish as her default language, and instead of "ya no me gusta" ("unlike"), the feed read "inci mınakor." By the time she was able to get a screenshot, the "ya no me gusta" link had been changed back. But "[name] ha comentado la foto" ("[name] has commented on a photo") now reads "[name] ha follando la foto"—"[name] has fucked a photo":
To verify her account, I switched my language over to Spanish (again, Latin American), and found similar changes. In one case, "[name] commented on [name's] photo" became "[name] inci siker [name] inci sikerr":

In another, the name of a YouTube video a few friends were sharing—"Cool dog mowing lawn"—turned into "inci is here":

It's not just us, either: A group called "Yo tb vi como hackearon facebook con el 'fuck you bitches'" ("I saw how you hacked Facebook with the..." well, you get the rest) has more than 2,000 participants so far, plus more screenshots, including the one at the top of this page. (Obviously, I can't account for the veracity of these):

Looks like this isn't the first time "inci" has messed with Facebook: According to this account on Fudzilla, Inci Sözlük is a Turkish site "famous for the rude antics of its members" (the Turkish /b/?) who pulled the same trick on Facebook earlier this year. It's not quite a hack: Essentially, if enough people flag certain Facebook terms in a given language as incorrect and suggest a different—rude—phrase, Facebook will automatically change it. Hmm—not the first time Facebook's had trouble with foreign languages and automation, is it?

26.07.2010

Magazin Konusunda Hıncal Uluç mu Daha Cahil, Yoksa Ben mi?

Havalar sıcak, bunaltıcı...

Siyasal gündem, bunaltıcının da ötesinde: Çıldırtıcı. Bu sıcak havalarda size biraz serinletici bir "Güncel" yazdım bugün...

Üstelik yargıç olmanızı da istiyorum!

Buyurun bakalım: Magazin medyası... Ya da televizyonlardaki diziler, oyuncular, aşklar ve benzeri konular...

Acaba bu konularda Hıncal Uluç'la bir cehalet yarışmasına girsem kim kazanır?

Sonucu bilmiyorum, olayları anlatayım, siz değerli okurlarım karar verin:

Geçen cumartesilerden bir öğleden sonra... Hızla Ortaköy'e, çocuklarla buluşmaya gidiyorum... Birden arkamdan bir ses: "Hoca nereye koşuyorsun?"

Dönüp baktım, Hıncal Uluç.

Arkadaşlarıyla birlikte Ertekin'in kahvesinin önündeki masalardan birinde oturmuş, etrafı seyrediyor. Uzun zaman görüşmemişiz, özlemişim; acelem olmasına karşın, bir-iki dakika için masaya iliştim. Masada Ünal var, tanıyorum. Bir de güzel, ufak tefek bir genç kız daha var ama onu tanımıyorum; tabii kim olduğunu sordum.

Hıncal "Yahu nasıl tanımazsın, ünlü pop şarkıcısı Betül Demir" dedi.

Tabii, kendi alanında ünlü olduğunu anladığım genç sanatçıyı tanımadığım için çok utandım ve kendimi bağışlatmak için "Kusura bakmayın ben televizyon dizilerini ve magazin medyasını pek izlemiyorum onun için bir çok ünlü kişiyi tanımıyorum ve bu yüzden de sıkıntılı durumlar yaşıyorum" dedim.

Sonra da bu konudaki cehaletimin yol açtığı beni utandıran başka bir olayı anlatarak kendimi savunmaya devam ettim:

Bir konferans için gittiğim Kıbrıs'ta lüks bir otelde, lobide yürürken beni tanıyan resepsiyondaki çocuklar laf attılar ve sohbete daldık.

Biraz sonra efendiden bir delikanlı yanıma yaklaşıp "Hocam müsaade ederseniz çekim yapıyoruz" dedi.

Ben önce, bir dizi çekimi yapılıyor ve beni de kameraya almak istiyorlar sanıp, "Yok, aman, bu öyle olmaz" diye itiraz ederken, anladım ki, beni çekmek değil, tam tersine orada durarak çekimi engellediğim için kameranın önünden çekilmemi istiyorlar.

Tabii derhal özür dileyerek çekildim ve beni uyaran genç arkadaşın daveti üzerine kamera arkasına geçtim.

Derken birdenbire son derece güzel, uzun boylu genç bir kız bana doğru geldi ve "Hoş geldiniz hocam, nasılsınız?" diyerek hatırımı sordu.

Ben de, tabii olanca nezaketimle kendisini tanımadığımı belli etmeden saygılarımı sundum, başarılar diledim ve karşılıklı bir iki nezaket sözcüğünden sonra genç kız kameranın önüne geçti.

Derhal yanımdaki genç arkadaşa döndüm ve bu güzel genç kızın kim olduğunu sordum.

Dizinin yönetmeni olduğunu sonradan anladığım genç arkadaş "Cansu Dere" dedi.

Ben saf saf, "Cansu Dere kim?" diye sorularıma devam ettim.

Bundan sonrası magazin ve dizi kültürü açısından tam bir utanç vesikası benim için; kısaca özetleyeyim:

Çekimi yapılan dizi Ezel, beni kamera arkasına davet eden kişi, dizinin değerli genç yönetmeni Uluç Bayraktar'mış.

Fevkalade ilginç bir yaşam öyküsü ve kişiliği olan Uluç Bayraktar ile sinema yönetmenliği, dizi yönetmenliği, kendi yaşam öyküsü üzerine son derece ilgi çekici bir sohbetten sonra utanarak oradan ayrıldım.

Tabii derhal bütün isimleri "googleladım" ve gerekli bütün bilgileri öğrendim.

Bu arada Cansu Dere'nin, güzelliğine, zarafetine ve yeteneğine ilaveten alçakgönüllü ve kültürlü bir kişiliğe sahip olduğunu da yaşayarak öğrenmiş oldum.

İşte Hıncal ve arkadaşlarına bu cehalet öykümü anlatarak Betül Demir'e kendimi affettirmeye çalıştım.

Ama Hıncal bu:

Hiçbir öykünün veya iddianın (bu iddia cehalet iddiası bile olsa) altında kalmaz! (Tabii bu cümle şaka; anlattığım olaya biraz heyecan katmak için Hıncal'ı harcıyorum!)

Derhal "Seninki de bir şey mi?" diyerek kendi cehalet öyküsünü anlattı: Ünal ve Başak Sayan ile Lars von Trier'in Antichrist (Deccal) filmini izlemeye gidiyorlar. (Hıncal, bu öyküyü anlatırken, filmi "Çok sert" diye niteledi.) Salonda sadece bu üç kişi ve bir de en arka sırada tek başına genç bir kız var filmi izleyen. Film bitip çıkarlarken, Hıncal biraz arkada kalıyor ve kızla karşılaşıyor; kızın terbiyelice gülümseyip selam vermesi üzerine "Sinemaya çok meraklısınız galiba" diyor. Genç kız, Lars von Trier'i çok ilgiyle izlediğini, hiçbir filmini kaçırmadığını söylüyor ve ayrılıyorlar.

Hıncal arkadaşlarının yanına gidince, Başak Sayan, "Beren ne diyor?" diye soruyor!

Meğer Hıncal'ın konuştuğu genç kız Beren Saat'miş ve Hıncal konuşmasına rağmen onu tanımamış!

Bu öyküyü anlattıktan sonra, bana döndü ve "Seninki de laf mı, asıl cehalet işte böyle olur" dedi.

Şimdi sorular şunlar:

Cansu Dere mi daha ünlü Beren Saat mi?

Hangisini tanımamak daha büyük cehalet?

Beren Saat'in kim olduğunu bilmek ama konuştuğu halde onu tanımamak mı, yoksa Cansu Dere'nin kim olduğunu bile bilmemek mi daha büyük cehalet?

Ben artık Cansu Dere'yi tanıyorum ve en büyük hayranlarından biri oldum.

Hıncal'ın Beren Saat için ne düşündüğünü ise bilmiyorum!

Sevgili okurlarım, bu olaylara göre, Hıncal'la aramızdaki cehalet yarışını sizce kim kazanır acaba?

Ben mi daha cahilim...

Hıncal mı?

Yoksa ikimiz de "adam olmazlar" kategorisinde miyiz?
Emre Kongar

25.07.2010

Minibüsleri rahat bırakın, istediklerini yapsınlar

Geçen hafta minibüsüne ayakta yolcu aldığı için ceza yazılan bir minibüs şoförü kendini yakmaya çalışmış, olay diğer minibüsçülerin katılımıyla büyümüş ve trafik ciddi olarak aksamıştı.
Sonra minibüsçüler ile “devlet” uzlaştı ve “ayakta yedi yolcuya kadar yolcu alınması” izni verildi.
Minibüsçülerin başkanı ayakta 7’den fazla yolcu alanlara cezayı bizzat vereceğini de söyledi. İlginç bir durum: Polis ceza yazamıyor, cezayı minibüsçülerin başkanı verecek!
Vali, Trafik Kanunu’na aykırı böyle bir izni nasıl verebildi, merak ediyorum.
Ama bence bu kadar hoşgörü de yetmez, şu hususlar da karar altına alınmalı:
1- Yollara çizilmiş bulunan ve minibüslerin uymaya zaten gerek görmedikleri çizgiler de kaldırılsın .
2- Canları istediğinde şerit değiştirmelerinin önünde bir engel yaratabilecek sinyal kolları araçlardan sökülsün, sinyal lambaları kaldırılsın.
3- Minibüs şoförlerinin potansiyel yolcu görünce “dıt dıt” diye korna çalmaları vakit alıyor. Araç yavaşlayınca korna kendiliğinden çalar hale getirilsin.
4- Gaza basınca yeteri kadar ses çıkmasını önleyen susturucular sökülsün.
5- Minibüslerin istedikleri durakta, istedikleri kadar kalabilmelerine izin verilsin.
6- Minibüslerde sürat kısıtlamaları kaldırılsın ki arkadan gelen boş minibüsler öne kolayca geçebilsinler. Bunun için araçların kilometre saatleri de sökülsün.
7- En iyisi minibüslerin trafik kurallarına uymak zorunda olmadıkları kanuna yazılsın, trafik polisinin minibüs şoförlerini rahatsız etmesinin önüne geçilsin.
8- Minibüse binmeyip, ısrarla otobüs bekleyen yolculara ağır para cezaları verilsin. Mehmet Y.Yılmaz 26 Temmuz 2010

Şeytan ayrıntıda gizlidir

Oogmerk Opticians için 2007 yılında LG&F Brüksel ekibi tarafından yaratılan bu sade ve yaratıcı ilanlar, basit bir çerçevenin insanlar hakkındaki algımızı daha ilk bakışta nasıl değiştirdiğini başarıyla vurguluyor.

The Perfect Pour


beğendim


sıkma canını

Boredom is the root of all evil. Soren Kierkegaard

yaşam

'Life can only be understood backwards; but it must be lived forwards.'
soren kierkegaard

Iraq Photo of the Day


CO2


detay


22.07.2010

T.B.M.M ve yırtmaç

tencere götlü zalim dünya

Eşim doktor.
Yirmi yaşında durumu ağır bir hastası var.
Bir önceki gece nöbetçiydi.
Dün çok zor bir gün geçirmiş, koşturmaktan canı çıkmıştı, ama akşam birlikte yemek yiyebildik. Dışardaydık.
Eve döndük, tam oturmuştuk ki telefonu çaldı.
Nöbetçi asistan, hastasının bilincini kaybettiğini söyledi. Yapılması gerekenleri yapmıştı.
Neler yaptığını anlattı eşime, ilave olarak neler yapabileceğini sordu.
Ev kıyafetlerini çıkarıp, yola düştük.
Yolda hastasının bilincinin geldiği, durumunun daha iyi olduğunu, ancak kustuğunu öğrendi.
Eşimi hastaneye bıraktım.
Geç saatlerde döndü eve. Yorgunluktan bitmişti, ama o genç adam bir gün daha nefes alabilecekti.
Çocukcağızın babasının da kalbi sıkışmış. Onunla da ilgilenmişti. Kolay mı bir baba için bu?
Geç bir saatte yattık.
Sabahsa erkenden kalktık, yola düştük.
"Akşam aramadı asistan, acaba kaybettik mi çocuğu? diyordu eşim gözyaşlarına boğularak.
"Gencecik, o kadar da iyi bir çocuk ki!"
Eşimi 7:15'de hastaneye bıraktım.
Bir de söz aldım.
Çok yorgunsun, canın çok sıkkın, canını sıkan insanlarla, hastane personeliyle tartışma, gereksiz polemiğe girme, söz mü?
Güne ben de kötü başladım,
ölümün ne kadar acı olduğunu, hele hele 20 yaşındaysan ve hele hele çok da iyi ve sevimli bir insansan,
ölümün ne kadar acımasız olduğunu düşündüm.

21.07.2010

Saat 23.59 bir sahil kasabası

BU yazıyı, Türklerle Kürtlerin bir arada kardeşçe yaşamasını samimi olarak isteyen insanlara yazıyorum.

Lütfen önyargısız, dikkatle okuyun.

Çünkü siyasetçiler referandum telaşında, bütün dikkatleri “Evet”le “Hayır” arasına sıkışmış durumda.
İş bizlere kaldı.

Neresi olduğunu söylemeyeceğim.
Yer Ege’nin sahil kasabalarından biri.
Her gece saat 21.00’den itibaren diskolar etrafı yıkmaya başlıyor.
Her gece canlı, her gece yaşıyor.
Önceki gece, çevre sakinleri farkına varıyor ki, etrafta tuhaf bir sessizlik var.
Saat 21.30’a geldiği halde diskolarda çıt yok.
Merak edip soruyorlar.
Cevap şu
“7 şehidimiz var...”
Sessizlik devam ediyor ve saat tam 23.59’da çok ilginç bir şey oluyor.

Saat tam 23.59...
Yani gürültü yasağının yürürlüğe girdiği saat.
İşte tam o dakikada, diskodan bir müzik patlıyor.
Ege’nin efe şarkıları.
Ve sabaha kadar aynı minvalde devam ediyor.
“Canım 90’lı yıllarda da olmuyor muydu? Şehit cenazesi kalkmıyor muydu” diyenler varsa onlara da söyleyeyim.
Bu ülke, o günlerde Doğu’sunda katliamlar olurken, Batı’da Michael Jackson konseri yapıyordu.
Bugün durum farklı.
Batı’da diskotek sahibi, o geceki menfaatini bir kenara bırakarak, 7 şehidine ağıt yakıyor.

Şimdi ne yapalım...
Bu işaretleri görmezden gelebiliriz.
“Canım mahalli bir tepki” deyip geçebiliriz.
Devekuşuluğu yasaklayan bir kanun da yok.
Hazır gözler “Evet”le “Hayır”a kilitlenmişken, yan mahallede olup bitene kulakları tıkar, gözleri kapayabiliriz.
Ben diyorum ki;
Kapatmayalım.
Birlikte yaşamaya ant içtiysek, hiç kapatmayalım.
Çünkü o diskolarda patlayan her efe müziği, aradaki duvarı yükseltiyor.
Araya daha fazla kan girdikçe, mesafe açılıyor.

İşte o nedenle, umutsuzca, hayalperestçe de olsa, Türkiye’nin makul Türklerine ve Kürtlerine sesleniyorum.
Siyaset, 12 Eylül’e kadar Kürt meselesine paydos dedi.
Her gün 30 cenaze kalksa bile, başlarını evet mi, hayır mı kavgasından alamayacaklar.
İş bize kaldı.
Bu ülkenin gerçek sivillerine.
Artık Diyarbakır’dan da, Şırnak’tan, Pervari’den de yürekli bir ses bekliyorum.
Kulaklarım oradan 7 şehit için gelecek ince bir ağıda hasret.
Oradan bir gelse, ben üç vereceğim.
Dün ülkenin dört bir tarafından 7 cenaze kalktı.
Yedi gencecik beden toprağa verildi.
Fazla değil, eğer 70 milyonun 65’i sesini yükseltse, “Bir dakika...” dese;
O dağdaki adam yapayalnız kalır.
Biz çoğalırız, o yapayalnız kalır.
Hiç korkmayın, çekinmeyin, endişe etmeyin.
O adam aradan çekilirse, Türk Türklüğünü, Kürt Kürtlüğünü daha rahat, daha özgürce yaşar.

Son sözüm siyasetçilere;
Yiğitlik yine bende kalsın, herkesin konuştuğunu ben dillendireyim.
İnsanlar artık aralarında şu soruyu sormaya başladı:
“Niye Nişantaşı’ndan hiç şehit cenazesi kalkmıyor? Neden bir siyasetçinin, ünlü bir insanın akrabasının şehit olduğunu işitmiyoruz?”
Yok da ondan...
Kürt meselesi artık Türk toplumunu fena halde zehirlemeye başladı.
12 Eylül’den sonra bunun üzerine ciddi biçimde eğilmekte yarar var.
12 Eylül’e kadar, sizi meşgul etmeyelim, işinize bakın; şehitleri biz kaldırırız.
Merak etmeyin, göz pınarlarımız kuruyuncaya kadar ağlaya ağlaya yaparız. Ertugrul O.

18.07.2010

Renk körlüğü testi

Renk körlüğü, renkleri ayırt etme yeteneğinin bozukluğudur. Renk körlüğünün yaygın türü olan ve genellikle doğumdan itibaren oluşan kaltsal renk körlüğünde yeşil, sarı, turuncu ve kırmızı, aynı biçimde algılanır ve ayrı renkler ancak yoğunluklarıyla ayırt edilebilir.

Ne var ki birçok kişi renk körü olduğunu kendiliğinden fark etmez. Bu nedenle testlere ihtiyaç duyulur. Ekteki sarı ve turuncu renklerin hakim olduğu resimde farklı objeyi net olarak göremiyorsanız bir göz doktoruna başvurmanızda yarar var.

16.07.2010

Un perro dispara a un cazador en Nueva Zelanda

Un cazador neozelandés de 40 años había estado de montería con un grupo de amigos en los bosques de Dargaville, en la isla del norte, y se estaba acomodando en el asiento posterior de su coche, cuando su perro saltó encima del gatillo y disparó el arma, hiriéndole en el culo.

How I almost got royally fucked by the ‘PKK’ in İstanbul

I consider myself to be a fairly experienced and savvy traveller, but last night I fell for a classic İstanbul tourist scam and just barely got myself out of a very sticky situation.

After watching the World Cup final, I was walking back to the apartment where I was staying when I decided to stop for a few midye. While eating, I started chatting with two Turkish guys who were also there enjoying a delicious late-night snack. One of them spoke good English and was quite friendly (but then again, most Turks are). He claimed that he was from İzmir but was in town on business staying at the Maramara Pera. We started walking and continued chatting and they eventually asked if I wanted to join them for a drink. "Why not?" I thought. In Ankara, I've done this plenty of times. It's a perfectly normal social thing to do when you meet people in this country. However, Ankara is not İstanbul.

We kept walking and crossed Taksim Square. This is where I started to sense that something was a bit odd. But my new Turkish friends said that this place was recommended by the people at the Marmara, so it was worth checking out. We eventually entered a door of a club on a perfectly pleasant side street where I found exactly what I expected. Largely empty except for a few unattractive women unenthusiastically dancing in the middle, this place was what you would imagine when you think of a 'touristic club' in Turkey. But I stayed, hoping for the best and not wanting to offend my hosts.

We ordered some rakı, expensive enough at 100TL but fairly normal in an İstanbul club. But then the girls came over and I knew I was fucked. They started chatting with us and asked if they could order some champagne. This is a classic scam in İstanbul: charge the foreigner for some exorbitantly priced drinks for the girls at his table. Realizing that I needed to get out of there as quickly as possible, I made up an excuse that the midye and rakı had upset my stomach and asked if we could get the check. My new Turkish friends were more than happy to oblige. It came, and the total, as expected, was a whopping 970TL. I then realized that the guys I met on the street were definitely in on the deal since they didn't even blink an eye at the amount.

I had previously hidden all my cash and debit cards in my shoes during a trip to the bathroom, so I told them I would only be able to pay with credit card. "No problem," they said. We would just go for a little walk to an ATM around the corner. At that point, I knew that I would have to make a run for it. If they couldn't get cash from my Visa card, they wouldn't be happy, and who knows what would happen then.

As we were walking from the club, I spotted a taxi on the corner. I sprinted towards it and jumped in. I handed the driver a 20TL bill and emphatically told him to drive away as quickly as possible. He did just that. When I told him what had happened in the club, he was infuriated. Like every other Turk I had encountered prior to this night, he believed that visitors to his country should be treated with hospitality and respect. The driver started insisting that we should call the police so that they could shut down the club. He said that since I was a yabancı they would do anything for me. I opted just to go home, but not before he called one of his English-speaking friends on the phone who told me that I could call him if I ever had any more problems in İstanbul.

When we reached Tophane (where I was staying), the driver turned around and gave me a very stern lecture. My Turkish isn't great, but it was clear what he was saying. "Kurds run that club," he said, "and you cannot trust them." He said that they use the money they steal from tourists to fund the PKK which is trying to break apart Turkey. My driver didn't consider for a minute that this is just what happens in big cities: people try to screw over other people all the time for their personal benefit, and they're not trying to fund a terrorist organization. But no, he repeated to me very clearly when I left the taxi, "Never trust a Kurd."

Steven Bartus, July 12, 2010

quoted from: http://beyondbridges.wordpress.com/2010/07/12/how-i-almost-got-royally-fucked-by-the-pkk-in-istanbul/#comments

15.07.2010

Ankaralılar dikkat

Ankara’da 4 gün bu yollar trafiğe kapalı
Ankara'da 15-18 Temmuz tarihleri arasında yapılacak 2010 Avrupa Bisiklet Şampiyonası ile ilgili alınacak trafik tedbirleri belirlendi. Alınacak önlemlerle birlikte trafiğe kapanacak yollar da kesinleşti..

Ankara Valiliği'nden yapılan açıklamaya göre, önlemler çerçevesinde; 15, 16, 17, 18 Temmuz tarihlerinde 09.00-18.00 saatleri arasında Akdeniz Caddesi, Taşkent 1. Caddeden itibaren Spor Park sokağa kadar, Mareşal Fevzi Çakmak Caddesi, 2. Caddeden(K.K.K.lığı nizamiye önünden) itibaren Başkent Üniversitesi Hastanesi kavşağına kadar olan güzergah yarışların bitimine kadar trafiğe kapatılacak.

14.07.2010

offff offfff

Erdal Kınacı'dan

McDonald's reparte por error cinco mil preservativos de colores en sus Happy Meal

El error se descubrió cuando un grupo de niños que celebraba un cumpleaños abrió sus regalos, los inflaron y lanzaron al aire ante al horror de los presentes. Tanto los condones como los menús infantiles iban dirigidos a adolescentes y pequeños, respectivamente, que conviven en un complejo escolar de Massacusetts (EEUU). Terra.es.

9.07.2010

Canım Medyam

9 Temmuz 2010'da iki ayrı gazetede çıkan aynı konudaki bir haber.

Yeni Şafak, karar karar diyor, ama kararın ne olduğunu yazmayı unutmuş. Gazeteciliğin en temel kuralı olan 5N1K kuralını hiçe saymış

Star ise kararın ne olduğunu vermiş.

8.07.2010

"Tweet"ledi İşten Atıldı

CNN, vefat eden Lübnanlı Şii lider Büyük Ayetullah Hüseyin Fadlallah'ı öven Ortadoğu editörünün işine son verdi.

CNN'in Ortadoğu haberlerinden sorumlu Octavia Nasır'ın sosyal paylaşım sitesi Twitter'a bıraktığı bir notta Fadlallah'tan övgüyle söz etmesi üzerine CNN'deki görevine son verildi. Dış haberler masasında görevlendirme editörü olarak CNN'de çalışmaya başlayan ve 20 yıldan beri CNN'de görev yapan Nasır, Twitter'a yazdığı notta, Lübnan'daki Hizbullah örgütünün ilham kaynağı olduğu bilinen Fadlallah'a duyduğu hayranlığı dile getirerek, Fadlallah'ın ölümünden üzüntü duyduğunu belirtmişti.

Nasır, Fadlallah için, "Hizbullah'ın büyük saygı duyduğum devlerinden biriydi" ifadelerini kullanmıştı. Nasr'ın Fadlallah hakkındaki sözleri üzerine önceki gün CNN'den yapılan açıklamada, Twitter'da böylesine basit bir not yazan Nasr'ın muhakeme hatası yaptığı belirtildi.
İşte o mesaj: "Sad to hear of the passing of Sayyed Mohammad Hussein Fadlallah.. One of Hezbollah's giants I respect a lot. #Lebanon" ve Nasr'ın açıklaması

Nasr explains controversial tweet on Lebanese cleric

My tweet was short: "Sad to hear of the passing of Sayyed Mohammad Hussein Fadlallah.. One of Hezbollah's giants I respect a lot. #Lebanon"

Reaction to my tweet was immediate, overwhelming and a provides a good lesson on why 140 characters should not be used to comment on controversial or sensitive issues, especially those dealing with the Middle East.

It was an error of judgment for me to write such a simplistic comment and I'm sorry because it conveyed that I supported Fadlallah's life's work. That's not the case at all.

Here's what I should have conveyed more fully:

I used the words "respect" and "sad" because to me as a Middle Eastern woman, Fadlallah took a contrarian and pioneering stand among Shia clerics on woman's rights. He called for the abolition of the tribal system of "honor killing." He called the practice primitive and non-productive. He warned Muslim men that abuse of women was against Islam.

I met Fadlallah in 1990. He was willing to take the risk of meeting with a young Christian journalist from the Lebanese Broadcasting Corporation. Fadlallah was at the height of his power. As I was ushered in, I was told that he would not look at me in the eye and to make it quick as there was a long line of dignitaries waiting.

The interview went 45 minutes, during which I asked him about Hezbollah's agenda for an Islamic state in Lebanon. He bluntly told me that was his group's dream but there would be room for other religions. He also joked at the end of the interview that the solution for Lebanon's civil war was to send "all political leaders without exception on a ship away from Lebanon with no option to return."

He challenged me to run the entire interview on LBC without editing. We did.

This does not mean I respected him for what else he did or said. Far from it.

It is no secret that Sayyed Mohammad Hussein Fadlallah hated with a vengeance the United States government and Israel. He regularly praised the terror attacks that killed Israeli citizens. And as recently as 2008, he said the numbers of Jews killed in the Holocaust were wildly inflated.

But it was his commitment to Hezbollah's original mission - resisting Israel's occupation of Lebanon - that made him popular and respected among many Lebanese, not just people of his own sect.

In 1983, as Fadlallah found his voice as a spiritual leader, Islamic Jihad - soon to morph into Hezbollah - bombed the U.S. Marine barracks in Beirut, killing 299 American and French peacekeepers. I lost family members in that terror attack.

And it was during his time as spiritual leader that so many Westerners were kidnapped and held hostage in Lebanon.

When the Lebanese Civil War ended in 1990 with Syria taking full control of Lebanon, Hezbollah was and remains the only armed militia in Lebanon. Under Syria's influence however, Hezbollah - declared a terrorist group by the United States and the European Union started becoming even more militant, with designs beyond Lebanon's borders to serve agendas for Syria and Iran.

Fadlallah himself was designated a terrorist by the U.S. Treasury Department.

In later years, Hezbollah's leadership apparently did not like Fadlallah's vocal criticism of Hezbollah's allegiance to Iran. Nor did they like his assertions that Hezbollah's leaders had been distracted from resistance to Israeli occupation of portions of Lebanon and had turned weapons against their own people.

At first, he was simply pushed to the side, but later wasn't even referred to as a Hezbollah member. Rather, he was referred to as the scholar - the expert on Islam - but nothing more. During the 2006 war between Hezbollah and Israel, his honorary title "Sayyed" - indicating that he's a descendant of the prophet - was dropped any time he was mentioned on Hezbollah's Al-Manar TV and other Hezbollah media outlets.

Through his outspoken Friday sermons and his regularly updated website, Fadlallah had a platform to spread what many considered a more moderate voice of Shia Islam than what was coming out of Iran. Immensely popular in Lebanon among the various religious groups, he also had followers across the region including in Saudi Arabia, the UAE, Kuwait, Bahrain and even as far as Morocco in northern Africa.

Sayyed Fadlallah. Revered across borders yet designated a terrorist. Not the kind of life to be commenting about in a brief tweet. It's something I deeply regret.

7.07.2010

Doğru Söze Ne Denir!

Irak'ta sıradışı bir yaşam

Değerli Okuyucular,

Bu yazıyı Cumhurbaşkanlığının davetiyle geldiğim Irak'tan çok zor şartlarda yazıyorum.İki gündür eğitim konuşuyoruz. Eğitim, yaşam, bağımsızlık, var olma gibi kavramları sorguluyorum.

Bu bölgeye ilk defa geldim. Burada inanılmaz bir hayat var. Sizlere fotoğraflar ile anlatacağım ama bugün bana müsade.
Ama bu arada sizden küçük bir ricam var.
Ata'mizin önderliginde Kurtuluş Savaşı'nı kazanmış olmanın gururuyla, bağımsız ve özgür olduğunuzu hatırlamak için derin bir nefes alın. Çok derin.
Özgür Bolat-Hurriyet 8 Temmuz 2010

Üründül Afrika'da Kalsın!

4.07.2010

İngilisçe


Bu dünyada erkeğe verilmiş en büyük ceza, iki kadınla yaşamak!

O, Türkiye’nin Yılmaz Hoca’sı
Sevmemeye imkan yok.
Bütün duygularıyla ortada bir adam.
Filtresi de yok, neyse o.
Aklındaki dilinde.
Komik, eğlenceli, işinde iyi, iyi kalpli ve son keşfettiğimiz özelliği de iyi oyuncu.
Lipton Ice Tea reklamıyla, Kristal Elma ödülü bile kazandı. Reklam, Medina Turgul DDB tarafından hazırlandı.
Reklamda, “Hararetle isteyiniz” teması işlendi. E hararet denince, akla kim gelir?
Elbette Yılmaz Hoca.

Ayşe Arman'ın Yılmaz Hoca'yla yaptığı röportajdan hararetli bölümler:

İyi de “Keşke tokat atmasaydım” dediğiniz olmadı mı hiç?
- Bak şimdi dinle: Bir zaman Sodorov diye Bulgar bir futbolcum var. Bizim takım zor durumda, küme düşmek istemiyorum... Ertesi gün Noel, bu yabancılar Noel’de ailelerine gitmek isterler, bu da istiyor. Biz orada geberiyoruz stresten bunun maç filan umurunda değil. Maçın hakemi geldi bana dedi ki, “Hocam bak, bu Sodorov oyundan atılmak istiyor ama atmayacağım çünkü kasıtlı yapıyor.” Ve gerçekten bizimki, bir ara, kapalı tribünün olduğu yerde rakibinin hayalarına bir tekme attı. Olacak iş değil. Hakem de n’apsın? Eli mahkum oyundan attı, tribün coştu, bana “Öldür” diye bağırıyor...

Şimdi bu adam dövülmez de kim dövülür mü diyorsunuz!
- Eveeet. Beni de milleti de delirtti, patlattım tabii. Ama bunlar normal şeyler, abartılması gerekmiyor, sonra da barıştık.

Daum’un İstiklal Marşı’nı okuması neden size samimiyetsiz geldi. Gerçekten mi kızdınız, çakmak için mi yaptınız?
- Benim o zaman Daum için söylediğim her şeyi, sonradan Fener yöneticileri de söylediler. Ben, “Bu adam, yalakanın teki. İstiklal Marşı’nı yalandan okuyor” dedim. Haklı değil miymişim? Daum, “8 milyon Euro vermezseniz gitmem” dedi. Nerede kaldı bu adamın Aziz Yıldırım sevgisi? Demek ki Allah’ı paraymış. Türk insanın da hassasiyetini bildiği için, marş çalarken uyduruktan ağzını oynatıyormuş. Biz duygusal milletiz, bir yabancı bize Türkçe, “İyi akşamlar” dese gözlerimiz buğulanır.

Aziz Yıldırım’ın size, “Ben oldukça Fenerbahçe’nin kapısından içeri giremez...” dediği doğru mu?
- İhsan Kalkavan, Mübariz Mansimov, Güvenç Kurtar ve ben bir yerde yemekteydik, Aziz Bey geldi. İhsan Kalkavan, “Yılmaz’ı niye almıyorsun” dedi. “Sokmam onu kapıdan!” dedi. “Aramızda namus davası mı var? Ne yapmışım?” dedim. “Rize’deki maçı hatırlamıyor musun, orada Saffet bize gol attı, sen takla attın!” dedi. Güya 50 metre koşup takla atmışım. “Yok öyle bir şey, olsa bile ne var bunda?” dedim, “Böyle abartılı sevinilir mi?” dedi.

Daha ağırbaşlı antrenör mü istiyorlar?
- Onları yenmeyen antrenör istiyorlar!

RIDVAN TEKNİK ERMAN MAGAZİNSEL AHMET TAHRİKÇİ

Eski futbolcu mu daha iyi yorumcu oluyor eski antrenör mü?

- Bu yorumculuk, tamamıyla yapı meselesi. Mesela siz azıcık bilirsiniz ama çok biliyormuş gibi gösterirsiniz. Diğeri çok bilir ama kendini ifade edemez, bilgisini satamaz...

Rıdvan iyi bir yorumcu mu?
- Çooook. Net ve basit anlatıyor. Ben çok beğeniyorum. Bir de tatlıdır kerata.

Erman Toroğlu’nun yorumculuğunu beğeniyor musunuz?
- O daha çok işin magazinsel boyutunda, teknikle alakası yok.

Ahmet Çakar...
- O da farklı. Karşısındaki tahrik edici üslubu var. Rıdvan teknik analiz yapar, Erman işin oyunundadır, halk diliyle anlatır, tribün literatürü bilir, Ahmet de karşındakini delirtir. Üçünün de işlevi farklıdır.

Sizi en çok hangisi yakalıyor?
- Rıdvan. Ben de teknik adam olduğum için belki. Ama üçü de çok yakın arkadaşım. Ailecek görüşürüz. Dikkat edin, dördüncüsü yok. Yetişmiyor. Zaten bizim memlekette adam yetişmiyor.

İNTERNET İCAT OLDU FUTBOLDA MERTLİK BOZULDU

Ne bu ya, sabahlara kadar facebook ve twitter! “Getirmeyin laptoplarınızı” diyorum “Yasak!” Adam yatağa oturmuş, kambur çıkmış, sabaha kadar chatleşiyor. Olacak iş mi, ertesi gün 90 dakika maç oynayacak, 40 bin kişi ondan medet umacak, neymiş, kadının tekine twitter’da “Ben de seni seviyorum” yazıyor.