30.05.2009

Yağmuru Kimse Durduramaz

http://www.tgv.org.tr/kitap.php

Yoksa siz hala daha almadınız mı?

Bu amcayı tanıyan var mı?


Hadi bakem, bu amcayı tanıyan olacak mı?
Doğru cevabı veren herkese çekilişsiz, kurasız süpriz hediyelerimiz olacak....

Karanfil


Bugün öğleden sonra babamla çiçek alış verişi yaptık. Gördüğünüz üzere balkonumuzda artık kırmızı ve beyaz karanfiller de var...

26.05.2009

Rize'ye bir boğaz köprüsü şart

Rize'de 36 yaşındaki İsmail Güngör, kullandığı minibüsle yaya üst geçidinden yolun karşısına geçmiş. MOBESE kameralarına yakalanan ve 189 lira ceza kesilen İsmail Güngör'ün aracında da sürtünmeler nedeniyle de 2 bin liralık hasar oluşmuş. Güngör, "Çok istiyordum, onu da gerçekleştirdim" demiş.

Rize'de benzer bir olay 25 Kasım 2006 tarihinde de yaşanmış.

Fener Mahallesi'nde polis lojmanları önündeki üst geçidin güney tarafı mahalle yolu ile aynı seviyede bulunduğu için, 53 EC 984 plakalı otomobil üst geçide buradan girerek ön tarafa kadar ilerlemiş, bir süre geçitte kalan otomobil, sahil yolu inşaatında çalışanların uyarısının ardından geri manevra yaparak üst geçitten çıkmış, 25 yaşlarında olduğu belirtilen otomobil sürücüsünün, yanındaki kız arkadaşıyla birlikte üst geçit üzerinden güneşin batışını izlemek istediği anlaşılmış. Trafik ekipleri o tarihte sürücüye, 'trafik işaret levhaları, cihazları ve yer işaretlemeleri ile belirtilen veya gösterilen hususlara uymamaktan' 49 YTL para cezası kesmiş.

Anlaşılan Rize'ye bir boğaz köprüsü şart!!!

31 MAY - WORLD NO-TOBACCO DAY

Ezeli rekabete yakışan ancak 31 Mayıs Dünya Sigara İçmeme günü de yaklaşırken sigara düşmanlarını üzen bir görüntü...

23.05.2009

Dün bir düş gördüm


Üç yıl önce kanlı Danıştay saldırısında öldürülen Yargıç Mustafa Yücel Özbilgin için, 17 Mayıs’ta Danıştay’da bir tören düzenlendi.

Törene, Özbilgin’in ailesi, yüksek yargı kurumlarının temsilcileri ile Türkiye Barolar Birliği Başkanı Özdemir Özok da katıldı.

Danıştay 5. Daire Başkanı Salih Er’in törende yaptığı konuşma çok ses getirdi.

İşte o konuşma:

"Sayın Başkanlarım,

Sayın Başsavcılarım,

Sevgili meslektaşlarım,


Değerli konuklar...


Türban konusunda aldığı kararla, şeriatçı basının baş hedefi durumuna gelen Danıştay İkinci Dairesi’ne, 17 Mayıs günü yapılan silahlı saldırı, hepimizi derin bir acı ve kedere boğdu.


Yaşamını yitiren değerli üyemiz Mustafa Yücel Özbilgin ve saldırıya uğrayan Mustafa Birden, Kamuran Erbuğa, Ayfer Özdemir, Ayla Gönenç ve Ahmet Çobanoğlu ile beraber, o gün aynı binaya girdik. Danıştay ailesi yeni bir güne başlıyordu.

Cumhuriyetin yargıçları, birbirlerine günaydın deyip yerlerini aldılar. Çaylarını içiyorlardı, belki siz de gördünüz. Dosyaları tartışıyor, karar veriyorlardı; belki siz de gördünüz. Saatlerin 09.51’i gösterdiği anda, karanlık bir adam, Devletin egemenlik alanında, kurşunlarını hak ve adalete, hukukun üstünlüğüne sıkmaya başladı.

Mustafa’lar oradaydı; Kamuran, Ayfer, Ayla, Ahmet oradaydı.

Ayrılık, Mustafa'nın masanın üzerinde dirseğini dayadığı yerdeydi.

Sizler orada yoktunuz, ben de yoktum. Danıştay saldırıya uğramıştı. Ve Mustafa'nın gözleri, dumanlı dağ gölleri gibi kapandı ağır ağır.

Danıştay 141 yıllık bir kuruluş. Dile kolay, 141 yıl!

Bir kurumun 141 yıl yaşayabilmesi, toplumun gereksinimlerini karşılamasıyla olanaklı. Size Danıştay’ı tanıtmama gerek yok, siz zaten onu tanıyorsunuz. Temel hak ve özgürlüklerin korunması, savunma hakk, hak arama özgürlüğü, sosyal güvenlik hakları, memur güvencesi, eşitlik konularında verdiği kararlarla tanıyorsunuz. Hukukun üstünlüğü inancının yerleşmesindeki, hukuk devletinin gelişip güçlendirilmesindeki çabaları ve katkıları sonucu toplumda kazandığı saygınlığı ile tanıyorsunuz. Anayasa’nın ikinci maddesinde anlatımını bulunan Cumhuriyetin niteliklerine sahip çıkmadaki kararllıığı ile tanıyorsunuz.

‘Neden Danıştay?’ sorusuna yanıt arıyorsanız, yanıtı yukarıda belirttiğim çerçevenin içinde saklıdır.

Türkiye'de türban sorunu yokken, bu konuyu kaşıya kaşıya günümüze taşıyanlar, bu saldırı karşısında bugün de düşünmelidirler.

Düşünerek ya da düşünmeden edilen sözlerin, kurulan tümcelerin sonunun nereye vardığını görerek, bir kez daha düşünmelidirler.

Yargı mensupları yerine ulemayı koyanlar, onlara danışarak hareket edenler, bulundukları makamın ağırlığını, sorumluluğunu duymaktan uzak olanlar, bugün yeniden düşünmelidirler.

Öte yandan, katilin geçmişi, söylemleri üzerinden sonuca varmayı yeterli görenler, bilgi kirliliği ve yönlendirmeler karşısında düşünce pencerelerini biraz daha aralamalıdırlar.

Mustafa'nın yitirilişi bizlere büyük bir acı verirken, diğer yandan hukukçuların kenetlenmesini sağladı. Bu duygu seli öncesi pek önemsenmeyen birlik ve beraberliğin yeniden tanımlanmasına ışık tuttu. Bu cinayeti her koşulda kınayan hukukçuların, artık tek derdi var: Karanlık noktaların aydınlatılması ve adaletin sağlanması.

Bizler, adalet ve hakkaniyet dağıtan yönetsel yargı çalışanlarıyız. Cumhuriyetin yargıçları ve savcılarıyız. En yüce değerlerimiz arasında yer alan adalet duygusu, vazgeçilmezlerimizin önündedir. Toplumda sarsılan adalet duygusunun, siyasal emeller doğrultusunda, korku salınarak yönlendirilmek, eritilmek istenen adalet duygusunun, mutlak gerçek yerini alacağına ben inanıyorum. Sizler de inanın. Şimdi gidip göreceğiz ki, Mustafa hepimizden çok inanıyor.

Dün bir düş gördüm

Ülkemin Başbakanı, Danıştay'a sahip çıkıyor, türban kararından sonra, “Bunlar bu gidişle evin içine de karışacaklar”, “Efendi, bu senin işin değil, Diyanetin işi.” “Yasamada, yürütmede bazı adımları atarız ama yargıdaki adımı bizim atmamız mümkün değil. Açık konuşuyorum, Danıştay'da birçok engelle karşı karşıyayız” diyenleri, hukukun üstünlüğünü tanımaya çağırıyordu.

Ülkemin Başbakanı, yargı kararlarına saygı duymayı herkesin içine sindirmesi gerektiğini söylüyor, “saldırganlığa zemin hazırlamamak için Başbakan nasıl konuşmalı”nın dersini veriyordu.

Ülkemin savcıları, insan onuruna sahip çıkıyorlar, soruşturmaların gizliliği konusunda büyük duyarlılık gösteriyorlardı. Sabahın erken saatlerinde evlerin arandığı, anlatımların yandaş basına aktarıldığı, Devlete yıllarca hizmet etmiş kişilerin gözaltına alınma sürecinde örselenmiş ruhların bırakıldığı, ceplerinde kalbi kırık ömürler ve tansiyon hapıyla dolaşmaların yaratıldığı dönemleri kınıyorlardı.

Geleceğin Türkiye’si soruşturmasının savcısı, insan onurunu güvence altına alan bütün kuralların, insan hakları kapsamında olduğunun dersini veriyordu.

Dün bir düş gördüm

Namusun, yalnızca kadınlarda bulunması gereken bir değer olmadığı; kadınlarımızın, genç kızlarımızın töre cinayetlerine kurban gitmediği; Güldünya’nın, Şemse’nin, nicelerinin adının soğuk mezar taşlarına yazılmadığı, pervasız esintili sabahlarda çocukların örselenmediği;

Irk, renk, etnik köken, uyruk, din, cinsiyet ya da cinsel yönelim ayrımının olmadığı; etnik ve kimlik baskısının yapılmadığı;

Yaşı bir gecede büyütülüp idam edilen gençlerin bulunmadığı, “asmayalım da besleyelim mi” diyenlerin devlet büyüğü muamelesi görmediği;

Borsanın, doların, silah, ilaç sanayinin, emperyal güçlerin egemen olmadığı;

Özelleştirme adı altında rant transferlerinin yapılmadığı, Cumhuriyetin özellikle son yıllarda elden çıkarılan kazanımlarının gerçek sahiplerine, halka döndürüldüğü;

Korku tünelinden özgürlüğün aydınlığına çıkan, sorunlarını demokratik parlamenter rejim içinde çözen, hukukun üstünlüğüne inanan bir Türkiye gördüm.

Bu düş Obama’nın düşü değil, bizim düşümüz. Ulaşmak uzun soluklu olsa da, bu düşün gerçekleşeceğine ben inanıyorum. Biliyorum ki, sizler de inanıyorsunuz.

Şimdi, bu inancımızı bir kez daha paylaşmak üzere Anıtkabir’e, Mustafa Kemal'e gidelim.”

22.05.2009

andımız

Cahillikle başa çıkmaz zordur.
Hele okumuş cahille daha zordur.
Bilmiyor.
Görmemiş.
Duymamış.
Ama kafadan atıyor...
Yok efendim ABD'de çocuklar sabah and mı söylüyormuş!
Evet.
ABD'de çocuklar her sabah sınıflarında andlarını söylüyorlar.
ABD'de de okul öğrencilerine sabahları ders öncesinde , sınıflarında ayağa kalkarak hazır olda şu yemin ediyorlar: (Lise sona kadar söylüyorlar bu)
" I pledge allegiance to the flag of the United States of America, and to the Republic for which it stands: one Nation under God, indivisible, with Liberty and Justice for all."
Yani diyorlar ki:
Amerika Birleşik Devletleri'nin BAYRAĞINA Ve o bayrağın simgelediği CUMHURİYETE Bağlılık için and içiyorum.

Herkes için özgürlük ve adaletle, ALLAH'in gözetiminde, BÖLÜNMEZ, TEK VATAN

Biz Engin Ardıç'ı düzeltmekten yorulduk.

odatv.com
22 Mayıs 2009

20.05.2009







Kadıköy'deki Son UEFA Finaline ilişkin Gözlemler

2008/2009 sezonu UEFA Kupası final karşılaşması, Şükrü Saracoğlu Stadı'nda oynanıyor. Ukrayna ekibi Shakhtar Donetsk ve Almanya temsilcisi Werder Bremen arasındaki bu finalden mutlu sonla ayrılan takım, bu kupayı son kez kaldıran takım olacak. Çünkü önümüzdeki sezondan itibaren bu kupanın adı "UEFA Avrupa Ligi" olarak değiştirilecek...

Bu nedenle, FeBe taraftarlarının, başta Büyük Başkan Aziz Yıldırım olmak üzere bu maçın Şükrü Saracoğlu Stadı'nda oynanmasını sağlayan yetkililerimize çok teşekkür etmeleri gerekir. Çünkü Fenerbahçe'nin resmi sitesine göre
"gerçek kuruluş yılı olan 1899" yılından bu yana, yani 110 yıldır UEFA kupasından bir tane bile alamamış FeBe taraftarı kupayı ilk ve son kez kendi stadında canlı canlı görebildi, ama maalesef sadece 120 dakikacık.

Gelelim maça...

Shakhtar Donetsk'ten Luiz Adriano'nun 25. dakikada attığı ilk gole kadar maçı pozisyon ve heyecan açısından kısır geçtiğini söyleyebilirim. W. Breemen defansının atağa hazırlandığı bir anda Donetsk kaptığı topu Adriano ile buluşturdu. Adriano, ceza sahası önüne kadar sokuldu ve çok şık bir aşırtmayla topu ağlarla buluşturdu. 1-0

Bu dakikadan sonra gol kadar olmasa da maçı veren Show TV'nin yorumcusu Sevgili Bülent Tulun'tan şu yorum geldi. "Şu ana kadar Werder Bremen'de hiçbir yaratıcı
kombinezon yok".

Bu hoş yorumun bünyelerimizdeki etkileri sürmekteyken, W. Bremen'in Brezilyalısı Naldo'nun ceza yayı önünden kullandığı muhteşem, ancak kalecinin üzerine giden vuruşu ağlarla buluştu. Donetsk'in kendine aşırı güvenen kalecisi rahatlıkla çelebileceği topu tutmaya çalışınca golü kendi kalesinde gördü. Golden sonra arkadaşlarının tesellisi daha sonraki dakikalardaki huzursuzluğunu maalesef gideremedi.

Maçın ikinci yarısı ilk yarısına göre daha az heyecanlı ve pozisyonlu geçti. Dolayısıyla ikinci yarı gol sesi gelmedi. 73 dakikada oyun sahasının kenarında bir süre gezinen bir pisi de benimle aynı fikirde olacak ki, sahada fazla kalmayıp ayrıldı ve maç uzatmalara kaldı.

97. dakikada Shakhtar yeniden öne geçti. Srna'nın sağ kanattan adrese teslim ortasına Jadson ceza alanında orta sertlikte bir vuruş yaptı. Bu kez hatayı Werder Bremen'in kalecisi yaptı ve yerden kucağına gelen topu sektirince top falso alarak kaleye girdi.

Maçın skorunu da bu gol belirledi. Shakhtar Donetsk 2-1 Werder Bremen. Son UEFA kupasını bir Ukrayna takımı ilk kez müzesine götürdü...

Bir Anı

Günün Yorumu

"Eğer küçük bir kız çocuğunu tacizle suçlanan Hüseyin Üzmez, öteki dünyada altından ırmaklar akan cennette ağırlanacaksa... Ömrünü küçük kız çocuklarının eğitimine adamış Türkan Saylan varsın o cennete gidemesin..." Ahmet Hakan

19.05.2009

Pes

"Org. Başbuğ: Doğum gününde anmak daha güzel Genelkurmay Başkanlığı Karargahı’nda, “Atatürk Özel Anma Töreni” kapsamında “Doğumunun 128’inci Yıl Dönümü’nde Asker ve Devlet Adamı Atatürk” konulu panel düzenlendi.

Org. Başbuğ, panellerin ardından gazetecilerle sohbet etti. “Atatürk’ü anmak için neden 19 Mayıs’ın seçildiğinin” sorulması üzerine Başbuğ, “Niye bugün? 10 Kasım’da devlet töreni düzenleniyor. Atatürk’ü doğum gününde anmak daha güzel. Ölmediğini de gösteriyor. Bu nedenle 19 Mayıs’ta onu anmayı düşündük” yanıtını verdi."

Pes yani diyorum.

Gazeteciler soru sormak için soru sorunca böyle sorunlu oluyorlar işte.

Soruya bak “Atatürk’ü anmak için neden 19 Mayıs’ın seçildi?"

Sensin İnek

Onlar tarafını çoktan belli etmişti...


Bugün 19 Mayıs Atatürk’ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı…

Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a çıktığı 19 Mayıs 1919 tarihinde milli mücadelenin başlangıcının 90’ıncı yıldönümünü bugün tüm yurtta kutlanıyor.

İktidara yakın tüm gazetelerin Cumhuriyet’e, Cumhuriyet mitinglerine, laikliğe başından beri duruşu belli.

Alıştık artık…

Sizlere daha vahim bir haberi, daha doğrusu bir ayrıntıyı verelim.

Taraf gazetesi bugün ne manşetinde ne de sürmanşetinde 19 Mayıs Atatürk’ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı ile ilgili bir haber koydu.

Değil küçük bir haber, hiç yok…

Olmadığı gibi gazetenin üst köşesinde bir inek var…

Bu inek haber olmuştu hatırlarsınız. Atatürk’ün büstünü kıran inek…

Resmen dalga geçiyor. Atatürk’ün resmi yerine, kurtuluş mücadelesinin resmi yerine “İnek” koyuyor.

İster istemez düşünüyorsunuz; bu insanlar nerede yaşıyor diye…

Hakikaten nerede yaşıyorlar?

Bugünün anlamı olan yani 19 Mayıs 1919 tarihinde milli mücadelenin başladığı Türkiye Cumhuriyeti’nde değil mi?

Odatv.com

19 Mayıs 2009

18.05.2009

Türkan Saylan

Hiç unutmuyorum, 1977 baharıydı. Doğanın gelinlik kızlar gibi renklendiği günlerin birinde, Profesör Dr. Türkan Saylan ile, onun, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi”ndeki odasında buluştuk.

Türkan Hoca, Türk insanının filmlerden, romanlardan tanıyıp korktuğu, hatta doktorların bile yanlarına yaklaşmaya cesaret edemediği cüzzam (lepra) hastalarının tedavisi için savaş vermeye başlamıştı. Yurdu karış kırış dolaşıyor, karşılaştığı her cüzzam hastasını yeni bulunan bir ilaçla tedavi ediyordu..Bu amaçla  Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi”nin arka tarafında, ağaçlar arasında, çukur bir yerde inşa edildiği için uzaktan hiç fark edilmeyen küçücük Lepra Hastanesi de bu çabanın odağı olmuştu…

 

O yıllarda TRT nin tek kanallı televizyonuna yaptığım programlar büyük ilgi görüyordu. Hoca ile buluşmamız da, onun çağrısı ve toplumu bilgilendirme amaçlı bir program ricasıyla gerçekleşmişti.

 

Mütevazı odasında “Bakın çocuklar!” diyerek başladığı konuşmasında, toplumun cüzzamı (lepra) yeterince tanımadığını, abartılı filmlerden ve romanlardan kaynaklanan gereksiz bir korkunun insanlara egemen olduğunu anlattı. İlginç örnekler verirken, bağışıklık sistemi güçlü olanlara bu hastalığın kolay kolay bulaşmadığını, hatta bazen evli olan çiftlerde bile, hastalığa yakalananın diğerine bulaştırmadığını gördüğünü söyledi.

 

Benim içim rahatlamıştı. Ama kameraman ve sesçi arkadaşlarımın ürkekliği hala sürüyordu. Onları kendilerine bulaşmayacağı konusunda güçlükle ikna ettikten sonra hep birlikte kalkıp, Bakırköy”e, o minik kliniğe gittik. Çekinerek girdiğimiz yer, bir yatakhane görünümündeydi. Hoca o yataklardan birine doğru gitti. Karşılaştığımız görüntü anlatılacak gibi değildi.

 

Yatağın üzerinde oturan hastanın bacakları dizlerinden, kolları dirseklerinden itibaren erimişti. Kulakları ve burnu yoktu, gözleri görmüyordu… Türkan Hanım,  yavrusunun saçlarını okşayan bir anne şefkatiyle yaklaşıp:

 

“Nasılsın (……) Hanım?” diye sordu.

Et ve kemik topu görünümündeki kadın, Hoca”nın sevgi dolu ellerine, eli olmayan kol kemikleriyle sıkı sıkıya sarılıp;


“İyiyim Hocam, çok iyiyim, Allah sizden razı olsun!” dedi.


Hocanın sevgi ve şefkat dolu yaklaşımı, hastanın verdiği cevap, o ana kadar “Acaba bana da bulaşır mı?” korkusuyla çekingen yaklaşımlar sergileyen ekip arkadaşlarım için de büyük bir motivasyon kaynağı olmuştu. Artık kendimizi hastalara çok yakın hissediyorduk. Hasta kadının yüzündeki gülücükler, televizyon çekimi yaptığımız gün boyu hiç eksik olmadı.

O gün bir acı gerçeği daha öğrendim. Türkan Hoca gelinceye kadar hastalar doktorlarla pek yakın bir temas içinde olamamışlar. Hatta bir hasta, tüylerimi ürperten anısını paylaşırken aynen şunları söyledi:

Daha önce tıbbiye mezunları bizi görmeye gelir ve şu karşıki tepenin üzerine dizilirlerdi. Hocaları da uzaktan bir şeyler anlatırdı. Biz hastalar, “Doktorlara hoş geldiniz demek için elleri bulunmayan bileklerimizle kopardığımız çiçekleri onlara vermek üzere yaklaştığımızda, hepsi adeta çil yavrusu gibi hastane bahçesinin içlerine doğru kaçışırlardı.”

Türkan Hoca, işte böylesine yüce bir bilim abidesiydi. Olağanüstü çabayla Türkiye”de cüzzamın neredeyse kökünü kazıdı. Binlerce hastayı topluma, ailelerine kavuşturdu…

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği”nde neler yaptığını, ne denli büyük başarılara imza attığını belirtmeye hiç gerek duymuyorum.

Ama gelin görün ki, fazilet cellatları, eli öpülesi, anıtı dikilesi bu çağdaş Türk kadınına şeytanın bile akıl edemeyeceği iftiraları yağdırmakta yarış ettiler…

Ama ne oldu?

Türkan Hoca bir efsane oldu.

Bir Türkan saylan ölür, bin Türkan Saylan doğar… Başımız sağ olsun…

12.05.2009

Beyaz Fırın


Beyaz Firin‘ is a bakery/patisserie in Istanbul, very well known by the residents of the Anatolian side of the city. Founded in 1836 by George Stoyanof, a baker migrated from Macedonia, the bakery has been serving for 5 generations.

For the Valentine’s season, Nathalie Stoyanof Suda, the 5th generation owner of the company, prepared special products. A special packaging design has been created by Karbon for these cakes, macarons, cookies.

The authentic logo of Beyaz Firin, which has been revised by Karbon, has been the starting point of the packaging design as it looks like a heart shape. The visual identity embraces Orange as it’s main color, however this artwork is created in pink and red, colors of love, in accordance with the season’s spirit.”

Mutluluk

Bu güzel haber beni de çok sevindirdi doğrusu.

"Artvin'in Borçka ilçesindeki bir evde çıkan yangında, okuldan dönen lise öğrencisi kızın, alevler için kalan ağabeyini kurtarmak için büyük çaba harcadığı ortaya çıktı.

Gündoğdu Mahallesi'ndeki bir apartmanın 6. katındaki Cevat Yüksek'e ait dairede, dün akşam saatlerinde çıkan yangın, sayaç okumak için binaya gelen TEDAŞ görevlileri tarafından fark edilmiş, bu görevlilerin kapıyı kırmasıyla, evde bulanan engelli Hikmet Yüksel (28) ile kız kardeşi Nazlı Yüksel (14) kurtarılmıştı.

Dumandan etkilenen Yüksel kardeşler, kaldırıldıkları Borçka Devlet Hastanesi'nde yapılan tedavilerinin ardından bugün taburcu edildi.

Olayı anlatan Nazlı Yüksel, lise 1. sınıf öğrencisi olduğunu belirterek, dumanların yükseldiğini görünce hemen koşarak evlerine geldiğini ancak kendisinde anahtar olmadığı için yürüme ve konuşma engelli ağabeyinin yalnız kaldığı evlerine giremediğini söyledi.

Bunun üzerine tekrar aşağıya inerek, yan taraftaki inşaat halindeki binaya çıktığını belirten Yüksel, şunları anlattı:

“Oradan bizim evin balkonuna geçtim. Hiç korkmadan evin içerisine daldım. O sırada balkonda bulunan bir bez parçasını alıp burnuma koydum ve evin içerisinde ağabeyimi aramaya başladım. Her taraf alev alev yanıyordu. Ağabeyim oturma odasında yerde baygın olarak yatıyordu. Onu sürükleyerek alevlerin arasından balkona çıkardım. Baygın halde idi. Ona suni teneffüs uyguladım. Sonra iki TEDAŞ görevlisi kapıyı kırıp içeri girerek bizi kurtardı. Onlara çok
teşekkür ediyorum. Hayatımızı kurtardılar.”

Nazlı Yüksel, ağabeyini çok sevdiğini belirterek, “Annemiz vefat etti. Ağabeyime ben bakıyorum. Yemeğini yedirir, üstünü yıkarım, onun bütün özel işlerini ben yaparım. O hayattaki en değerli varlığımdır. Onu çok seviyorum. Onu kurtardığım için çok mutluyum. Onun alevler arasında kalmasına müsaade edemezdim” diye konuştu.

9.05.2009

Kahvaltı


Bu sabah kahvaltıda sevgili babacığım Ali Can'ın favorilerinden birini hazırladım. Taze nane ve maydanozları ince ince kıyıp üzerlerinde köyümden gelen sızma zeytinyağını gezdirdim. Üzerine domates ilave edip tekrar zeytinyağı gezdirdim. En son közlediğim biberleri ekleyip, tekrar zeytinyağını yine ilave etttim...

Seneler geçse de unutulmaz....








Seneler geçse de unutulmaz....

3.05.2009

Ege’de Bir Pazar

Bu Pazar’ı Ankara’da, ama sanki Ege’deymiş gibi geçirdik. Esra ile birlikte kahvaltıya Tenes kafeye gittik, harika bir Bozcaada kahvaltısı yaptık. Kahvaltının en güzel anı, çeşitli otlarla hazırlanmış omletin masaya gelişiydi doğrusu. Fiyat, lezzet ve güzel servis açısından Tenes kafeyi tavsiye ederim. Çay üzerinde biraz çalışmaları gerek sadece.



Bozcaada kahvaltısından sonra Çankaya Belediyesinin Emniyet Genel Müdürlüğü’nün hemen altındaki pazarına gittik. Enginar ve ısırgan otu aldık. Bu arada, her ayın ilk Pazar günü bu pazarda Antika Pazarı kuruluyormuş. Pazardan ayrıca fotoğraftaki “Home Sweet Home” tabelasını 5 YTL’ye aldım. Pazarda çok ilginç nesneler, antika parçalar, gramafonlar vardı. Bu tür şeylere meraklı olanların Antika Pazarında en azından 3-4 saatlerini geçirebilecekleri kesin. Pazardan sonra annemlere gittim. Annem ısırgan’ı bizim usul pişirdi, buna “çırpma” diyoruz biz. tarifi kısaca şöyle





Ben eve döndüğümde Esra enginarları pişiriyordu. Bahçeye çıkıp üst komşum Tevfik ağabeyle birkaç ay önce dikilen kaya sarmaşıklarının diplerini çapaladık, yabancı otları ayıkladık. Bu yaklaşık 2 saatimizi aldı. İyi bir spor oldu bize. Bahçe sporundan sonra duşun ardından ısırgan çırpma ve zeytinyağlı enginardan oluşan nefis öğle yemeğini yedik Esra ile birlikte. Arkasından mutfak balkonumuzda nefis, karanfilli çayımızı ve taze greyfurt suyumuzu içtik ve şimdi BJK-FeBe maçına yarım saat kala, bilgisayarın başına oturup bu güzel Pazar’ı yazıyorum.

Duyuru


Apartmanımızın asansörlerine bağlanan dahili telefon hattıyla ilgili değerli yöneticimizin asmış olduğu duyuru...