22.03.2012

Kıskanılası Basit Zevklere Sahip Olup da Mutlu Olabilmek

Ferrarisini Satan Bilge kitabını okumadım, ama kitap hakkında o kadar çok şey söylendi ve "ana akım medyada" o kadar çok atıfta bulunuldu ki, Çember Sokağın bize göre alt nesillerinden çıkan düşünce insanlarından Erkan Dikmen'in şu satırları sanki bu kitabı çağrıştırdı bende.

"Ne güzel cahildik;
Televizyon yoktu.
Gazete de her zaman olmazdı.
Öyle güzel cahildik ki, keyfimiz bozulmazdı hiç!
Dışarıda kar…
Ama kuzine içten içe öyle yanıyor ki.
Kuzinenin üzerinde demir maşa…...
Maşanın üzerinde de ekmek dilimleri.
Aydınlık bir kış sabahı ve kızarmış ekmek kokusu…
Sucuk lükstü. Yumurta lezzetli.
Ekmek her zaman ekmek gibi…
Bir kez olsun kümesten yumurta almamış,bir kez olsun o kızarmış ekmeğin kokusunu duymamış ve fakat alışverişmerkezlerinin restoran katlarında boğucu bir gürültü ve havasızlık içinde hamburger keyfine fit olmuş çocuklar ve gençler için ben ne kadar yaşlıyım…
Dışarıda kar…İçeride kanaat…İçeride huzur…
Televizyon yoktu.
Gazete de her zaman olmazdı.
Öyle güzel cahildik ki, keyfimiz bozulmazdı hiç!
Portakal kabuklarını sobanın üzerine dizer, kokusuna râm olurduk.
Kestane közlemek büsbütün bir gecenin akıllara seza mutluluğuydu.
Sonra illa ki, büyüklerin anlattığı hikâyeler, hatıralar…
Birçoğu arızalı ve tedaviye muhtaç beyinlerden çıkma günümüz dizilerinin ve filmlerinin açtığı hasarlar yerine, geniş ve besleyici bir masal dünyası…
Lezzet bir tarafa, kokuya da hasret kalacağımız kimin aklına gelirdi?
Ekmeklerimiz el değerek üretilirdi, sağlıklıydı, lezzetliydi ve mis gibi kokardı.
Çay da kokardı… Domates de…
Bütün bu nefasete, küçücük bir bakkal dükkânının zenginliği yetiyordu.
Dışarıda kar…İçeride huzur…
Zam endişesi, doğal gazın kesilme korkusu, yolda kalma telaşı, kapitalizm…
Kimin umurunda…Ne güzel cahildik.
Mutluluğun resmini çiziyorduk…"








Bu satırları birkaç kez okuduktan sonra basit zevkleri olan insanların hayattan çok daha fazla zevk alabilecekleri, yaşamaktan çok daha fazla mutlu olabileceklerini düşündüm birkaç kez.



Kimbilir belki de "elit" ve/veya "pahalı" zevkleri tadan/istediği an tatma imkanı olabilen kimseler, içlerindeki basit zevklerden mutlu olabilme potansiyelini koruduğu oranda mutlu olabiliyordur veya tam tersi.



Dilerim basit zevklerden aldığınız kıskanılası mutluluğunuz bir ömür boyu sürer.

21.03.2012

miş miş




Hasan Şaş, Fenerbahçe maçında sinirlendiği için yedek kulübesine attığı yumruk sonrasında eli kanayınca, elindeki kanı Fener ceza alabilsin diye alnına sürüvermiş.

Fenerbahçe yönetimi Hasan Şaş'ın görüntülerinin elinde iddia olduğu edilen yayımcı kuruluş Lig TV'ye başvurmuş.

Fenerbahçe yönetiminin, Şaş'ın elindeki kanı alnına sürdüğü görüntüleri yayınlaması için Lig TV'ye yoğun baskı yaptığı iddia edilmiş.

Konuyla ilgili suskunluğunu koruyan Lig TV'nin Fenerbahçe'nin talebine olumlu yanıt vermediği öğrenilmiş.

miş miş miş de miş miş

bu iddialar üzerine Fenerbahçeli taraftalar protesto için alınlarına yara bandı takmışlar.

miş mişe gerek yok, Elmander'in sahada Yobo'dan yediği bariz dirsekle açılan kaşının ve sonrasının hali ortada.

bence miş mişçi Fenerbahçeliler alınlarına bant takacaklarına kafalarına kesekağıdı taksınlar.

14.03.2012

Earth girls are easy

38


Fenerbahçe 1 - Galatasaray 4

Yine İçimiz Yandı!


Çalışma: Gürbüz Doğan Ekşioğlu

Ankara


KEŞANLI Ali Destanı oyununun gösterimi için Ankara'ya gelen Kayhan Yıldızoğlu, Hürriyet’in sorularını yanıtladı.

Uzun yıllar Ankara'da yaşadığını belirten oyuncu Kayhan Yıldızoğlu o günleri şu sözlerle anlatmış:

“Gençliğim Ankara'da geçti. Bu nedenle bu kente dair yüzlerce anım var. Fakat, bu gelişimde o anılarıma dair en ufak bir kırıntı bile bulamadım. Şehir o kadar çok değişmiş ki, betonlaşma anılarımı da yok etmiş. Kentin yapısı bozulmuş, kenti asi ve hüzünlü bir grilik kaplamış. Kavaklıdere’ye gitmeye korktum. Oranın da değiştiğini görmek benim için büyük bir yıkım olacaktı. Ankara artık eski Ankara değil.

Ankara'da bulunduğum dönemde, kültür ve sanata büyük önem veriliyordu. Cumhuriyet Senfoni Orkestrası kuruldu, devlet tiyatrolarında önemli baş yapıtlar sergileniyordu. Hafta sonlarında dostlarımızın evinde toplanır, senfonileri dinler, sanatsal sohbetler gerçekleştirirdik. Yoğun bir kültür birikimi vardı. Şimdilerde ise, her şey değişti sanata ve yaşama, basitlik ve yüzeysellik hakim olmaya başladı.”

13.03.2012

Çok havalı bir şaka!


Körfez İlçesi Hacı Osman Mahallesi’nde bulunan ve bölgedeki sanayi kuruluşlarının petrol ve benzeri depolama tanklarında taşlama yöntemiyle temizlik yapan firmada çalışan Bünyamin Ç. (37) ile iş arkadaşı Ümmet G. (38), iş bitimi sonrası havalı tabanca ile üzerlerini temizlemeye başladı.

Soyunma odasında basınçlı hava veren tabancayı üzerlerine tutarak tozları temizleyen iki arkadaş şakalaşmaya başladı.

Kompresör tabancasını eline alan Bünyamin Ç., arkadaşı Ümmet G.’nin üzerini temizledi. Daha sonra Ümmet G., Bünyamin Ç.‘nin giysilerini temizlerken hava musluğunu sonuna kadar açtı. Bünyamin Ç.’nin giydiği iş tulumu düşerken, şakanın dozunu kaçırıp havalı tabancayı makatına soktu.

Bünyamin Ç.’nin karnı bir anda havayla doldu. Bağırsakları havayla dolan ve karnı şişen Bünyamin Ç., işyerine çağırılan ambulansla Derince Devlet Hastanesi’ne kaldırılarak ameliyata alındı. İşte Canım Medyam'daki o haber tıkla.

Fotoğrafın bu işle ne ilgisi mi var? Bu hile, Canım Medyam'dan...

8.03.2012

Zik FM!


Dakarlı genç kızlara renkli geceler geçirten radyo Zik FM.
Zik FM'i feyzbuktan takip etmek için tıklayınız
Zik FM

1.03.2012

Zenne






"Namus" cinayetine kurban giden Ahmet Yıldız'ın gerçek hayatının öyküsünün filme aktarıldığı Zenne'yi bugün seyrettim.

The word "Zenne" means male belly dancer. The film explores sexual identity while also highlighting a deadly case of homophobia in modern-day Turkey. The starting point of the movie is Ahmet Yıldız (above) who was murdered in 2008 for being gay by his own father.

Filmin geçtiğimiz aylarda gösterimdeyken 85 bin kişi tarafından seyredildiğini, ancak bu yaz tekrar gösterime gireceğini öğrendim.

Oyunculuk, senaryo ve kurguyu beğendim.

Beni en çok etkileyen son sahne oldu açıkçası. Filmde Ahmet'i öldüren (gerçek hayatta hala gıyabında tutuklu) babası intihar etme teşebbüsünü seccadesi üzerinde gerçekleştirir (buradaki gönderme ayrı bir yazı konusu). Temizlik hastası, şiddet dolu ve hatta kocasının eline tabancayı evvelvce tutuşturmuş olan anne, babanın kanıyla kirlenen seccadeyi hemen banyoyaya götürüp, yıkamaya koyulur. Bir güzel yıkar seccadeyi ve sonra da asar. Daha sonra ellerine yıkarken, kurumak üzere astığı, temizlik (ve daha nice şeylerin, saflık gibi) simgesi beyaz yazmasına, seccadeden süzülen kanlar damlar...

Filmin web sitesi http://www.zennethemovie.com/ .

Mutlaka seyredin...

Hayatımız porno!


Toplumun pornografiyi gerçek anlamda fark etmesi, kendi hayatının adam akıllı pornografik bir hayata dönüşmesinden sonra oldu.

Son bir yıl içinde Gülben Ergen'in kasedi, Sibel Kekilli'nin pornosu derken, 'pornografi' sözcüğü hiç olmadığı kadar gündelik kelime haznemizin bir parçası oldu. Bunlar, hep pornografinin sadece cinsellik boyutunu akla getirdi. Oysa ki porno, sadece kadının cinselliğini öne çıkarmıyor, aynı zamanda uluslurarası ilişkilerden tutun da televizyon programlarına kadar bütün hayatımızı kaplıyor. Beykent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Prof. Ünsal Oskay, iki lokma ekmek ve bir işe girmek için insanın insan karşısındaki teslimiyetini kabullenmesinin pornonun ta kendisi olduğunu söylüyor.

Son haftalarda Duvara Karşı filminin oyuncularından Sibel Kekilli nedeniyle sürekli porno ve pornografi gibi şeylerden söz eder olduk. Bu ilginin nedeni ne?

Porno bizde de, tarih boyunca var olan bir şey. Ama biz hep sorunlarımızı tarihsel boyutundan soyutlayıp, dünün, bugünün sorunu gibi algılarız. Böylece, bir tür magazinleşme de yapmış oluruz. Kekilli'den, Gülben Ergen'den önce bu pornografi sözcüğünün gündelik hayatımıza girmesi Haftasonu, Erkekçe, Kadınca ve Playboy gibi dergilerle oldu. Ancak pornografi kavramının gerçek anlamda fark edilmesi Bülent Ersoy'la başladı.


Neden Zeki Müren değil de Bülent Ersoy?

Toplumun yaşadığı sorunlar, çok eskiden beri devam etse de, toplum böyle kavramları ancak toplumun bütününü sarsmaya başladığında fark ediyor. Bülent Ersoy'dan önce, kimliğini hayatının sonuna kadar saklamak zorunda kalmış bir Zeki Müren vardı. Onunla fazla ilgilenmedik. Yeşilçam filmlerindeki kadınca hareketlerini hissetsek de abartmadık çünkü o sırada, henüz bizi çok rahatsız etmeyen bir toplumsal değişme yaşanıyordu. Bunu da, istisnai bir olay gibi gördük ya da görmezlikten geldik. Herkesin dünyasının alt üst olmaya başladığı bir dönemden geçmemiz, Ersoy'a karşı çok daha hırçın bir biçimde davranmamızı gerektirdi. Daha sonraları, biz de bu hayat içinde pasifleşip, bizim de cinsel kimliğimiz bulanıklaştıkça, Ersoy'la anlaşmaya başladık. Toplumun pornografiyi gerçek anlamda fark etmesi, kendi hayatının adam akıllı pornografik bir hayata dönüşmesinden sonra oldu.

'Pornografik bir hayat'la neyi kastediyorsunuz?

Pornonun kriterleri, tek yanlılık, dominasyon ilişkisi ve alt konumdaki insanın dilediği gibi yaşayamaması. Cinsel ilişkide erkek hakimiyeti söz konusu. Cinselliğin yaşanması, başlama zamanı, biçimi, süresi erkeğe göre belirleniyor. Porno buradan geliyor. Pornodaki ilişki biçimi, televizyon programlarından tutun da uluslararası ilişkilere varana kadar bütün bir hayatımızı kaplıyor aslında. Irak'taki insanların nereden ve hangi baskıyla hayatlarının alt üst olduğunu bakarsanız, "İnsan tarihi, insanın insan tarafından becerilmesinin tarihidir" diyen Foucault haklı. 1700'lerden günümüze doğru gelişmiş ülkelerin öncülüğündeki bankacılık, sermaye birikimi, teknik gelişmeler, dünya pazarlarına erişme, gemicilik, haritacılık ve istihbarata bakın, bu ülkelerin hayatlarının basbayağı pornografik ilişkilerle örülü olduğunu göreceksiniz.

Peki kamusal otoriteden bizlere kadar, kişilerin özel yaşamına, mahremiyetine yönelik saldırının, ihlâllerin bahsettiğiniz anlamda pornografiyle bağlantısı olabilir mi?

Tabii. İnsan insan karşısında küçük düşürülüyor; üstün durumda olan kişi altındakileri, para ya da ün kazanmak için, normalde yapmaması gereken işleri yapmaya zorluyor. Yarışma programlarında görüyoruz; gencecik insan ağlıyor, hiçbir umudu kalmadığını söylüyor, annesiyle beraber Maraş'tan gelmiş, Edirne'deki elemelere katılmaya çalışıyor. İnsanın insan karşısındaki teslimiyetini, iki lokma ekmek ve bir işe girmek için kabullenmesi pornonun ta kendisi. Bütün bu ilişkilere bakarsak, cinsellik çok arka planda gibi gözüküyor ama hayat bir bütündür. Mahremiyete saldıran, kamusal otoriteler olabilir, sosyal ilişkisi ve parasal gücü bakımından üstteki kesimler olabilir. Bunların hepsi insanın bir başkasına teslim olmasını getirir. Bu teslim olma alışkanlığının yarattığı kültürel ortam ve zihniyet zaten cinselliği de bulanık bir hale getiriyor. Bir erkek düşünün. Kendisinden hoşnutsuzluğu artıyor. Ondan daha üstün konumdaki insanlara karşı teslimiyetçi bir zihniyeti benimsemeye mecbur kalıyor. Böyle olunca cinsellikteki davranışları da tıpkı kendisine yönelen şiddeti, kendi içindeki şiddet arayışını, daha alttaki hemcinslerine ya da karşı cinse karşı yönlendirme şeklinde ortaya çıkıyor. En yakın hedef de sevgilisi, karısı oluyor.


İnsanın kendine ve diğerlerine karşı duyduğu nefretin, kendinden hoşnutsuzluğunun, kısacası insanın kendini her yönden kuşatan dünya karşısındaki yalnızlığının yarattığı korkunun, porno merakına etkisi var mı?

İnsanın bu kadar hastalıklı bir hâl almasının nedeni, başkaları karşısında kendini koruma, onların payını kapma, yükselme, yırtıcılaşma içgüdüsü. Kendine duyduğu nefret, başkalarına duyduğu güvensizlik, hüsûmet, tüm bunlar biriktiğinde insan, kendi hayatını bütünüyle kuşatan dünya karşısında yalnızlaştığını hissediyor. Yalnızlaşmadan daha büyük bir korku nedeni yoktur. Etrafımızda bize dostluk besleyecek insanlar kalmadığında, yalnızlık korkumuz çoğalır. İnsan kendi sesini duymamaya başladığında da, korkusu iyice artar. Bugünün modern toplumundaki insanlar, kendi seslerini duymaktan uzaklaştırılmış durumda. Kendi sesimizi televizyonlarda duyabiliyor muyuz, kitle basınında, magazinlerde duyabiliyor muyuz? Hayır. Bunlar, sistemin söylememiz gerektiğine bizi inandırmak istediği yabancılaşmış sözler. Hiçkimse işsizliğinden, gelirinin yetersizliğinden, mutsuzluğundan söz edemiyor. Zaman zaman söz ediyorsa, bunların nedenlerini kurcalayacak, düşünecek bilgilenmeden uzak tutulduğu için, kimisi "Yahudiler" diyor, öbürü "İslam radikalizmi" diyor; öbürü "Amerika" diyor, öbürü eskiden "Sovyetler" diyordu. Zamanla bunlar değişiyor. Değişmeyen tek bir şey var, insan olarak hepimizin diğer insanlar karşısında duyduğumuz korku. Onlara sevgi duyamamamız. Onlara sevgi duyamadığımız için, onların da bize sevgi duymadığını hissediyoruz. Yalnızlık duygusu, insanın kapılıp gittiği, nedenini kurcalamaktan alıkonduğu ama içinde kendi sesiymiş gibi tekrarlanan sesler. Biz filmlerden, dizilerden konuşuyoruz. Kendi sesimiz çoktan kayboldu. Korkunun büyüklüğü buradan geliyor. Kendi sesimizi bulabileceğimiz yer artık dağıtılmış, dumura uğratılmış meslek örgütleri, sendikalar falan değil. Eski Yunan klasikleri, Sofokles, Çin bilgeleri, Walter Benjamin'in yazıları, böyle gidiyor... Bunlar da, hepimizin hayatından gitgide uzaklaştırılıyor. Onun için, kendi acımızı biraz yoğunlaşmış biçimde hissettikçe, dönüp bakmamız gereken bunlar. Ama medyadaki bazı arkadaşlarımız "Gene mi Walter Benjamin. Hoca konuştukça, yalnız doğduğuma değil, doğduktan sonra intihar etmeyişime hayıflanıyorum" diyor. Bunlar, seslerini çoktan yitirmiş olanlar. Gülben Ergen'i bilemem ama Kekilli'nin yaptığı son film, hayatımızın porno bir hayat olduğunu gösterdiği için, Kekilli çoktan hepimizin önünde iffetini kazanmış bir insan.

ASIK VEYSEL'DEN MUSTAFA KEMAL ATATURK'E : Bunu hiçbirimize dinletmediler.



AĞIT


Ağlayalım Atatürk’e,
Bütün dünya kan ağladı.
Süleyman olmuştu mülke,
Geldi ecel, can ağladı.

Doğu, batı, cenup, şimal
Aman Tanrı bu nasıl hal?
Atatürk’e erdi zeval,
Memur, mebusan ağladı.

Atatürk’ün eserleri,
Söylenecek bundan geri,
Bütün dünyanın her yeri,
Ah çekti, vatan ağladı.

Fabrikalar icat etti,
Atalığın ispat etti,
Varlığın Türk’e terketti,
Döndü çarh, devran ağladı.

Bu ne kuvvet, bu ne kudret,
Varıdı bunda bir hikmet,
Bütün Türkler, İnönü İsmet,
Gözlerinden kan ağladı.

Tiren hattı, tayyareler.
Türkler giydi hep karalar,
Semerkant’la Buharalar,
İşitti her yan ağladı.

Siz sağ olun Türk gençleri,
Çalışanlar kalmaz geri,
Mareşal’in askerleri,
Ordular, teğmen ağladı.

Zannetme ağlayan gülmez,
Aslan yatağı boş kalmaz.
Yalınız gidenler gelmez;
Her gelen insan ağladı.

Uzatma Veysel bu sözü,
Dayanmaz herkesin özü,
Koruyalım yurdumuzu,
Dost değil, düşman ağladı.

Aşık Veysel ŞATIROĞLU