29.07.2011

ne zaman?


"Herşeyin tekrarlandığını sanarak yaşamak yerine, acemisi olduğum şeylerin heyecanını yaşayacağım bir çıraklık dönemine yelken açıyorum" demiş Ferai Tınç bugünkü mesleğe veda yazısında. Acaba ben bu söylemi gönül rahatlığıyla ne zaman dile getirebileceğim?


Tınç'ı o kadar kıskandım ki! "Acemisi olduğum/olacağım yeni şeylerin heyecanını yaşayabileceğim, yani hayattan gerçek anlamda tat alabileceğim bir çıraklık dönemine acaba ben ne zaman merhaba diyebileceğim?"


27.07.2011

İnci Gibi Düşler*


Akşamcıların mekânı Sakarya Caddesi’nin müdavimlerindendi. Adını veya ne işle uğraştığını bilen yoktu, ama iri cüssesi ve kıvırcık kır saçlarından Sakarya’ya takılanlar nerede görseler tanırlardı onu. Aynı birahaneye gider, tek başına içer ve hesaplar alınmaya başlarken ayrılırdı dükkândan. Yine tek başına içiyordu. On ikinci bardağının sonunu kafasına dikti. Masaya bir tomar para bıraktı, “Bu akşam erkencisin abi!” diye seslenen sıska garsona yanıt vermeden çıktı Umut Birahanesi’nden.

Paltosunun yakasını kaldırdı. Hava buz gibiydi. Elleri ceplerinde, kepenklerini indirmiş olan köşe başındaki çiçekçinin önünde duraksadı, kapısı açıktı dükkânın, içerden koşturarak, “Buyur abi!” diyen gence, beyaz kasımpatıları gösterdi, “İki demet versene!”.

Elinde beyaz kasımpatılar, ağır ağır indi merdivenlerden. Banklardan birine oturdu önce, bir süre sonra kalktı, yürümeye başladı, kendi kendine konuşuyor, hemen yanında onunla yürüyen hayali kişiyle tartışıyor gibiydi. Karşı peronda, babasının elinden tutan bir ufaklıkla gözgöze geldi. Bir süre bakıştılar. Korktu çocuk, babasının bacaklarının arkasına saklandı ani bir hareketle. Sinirlendi, beyaz kasımpatıları raylara fırlattı. Çiçeklere dalgınca baktı bir süre. Hafifçe bir esinti geldi perona. Beyaz kasımpatılara doğru iki adım atıp, perona giren trenin farlarıyla aydınlanan raylara bıraktı kendini usulca.

***

Kaygıyla saatine baktı. Dokuzu yirmi geçiyordu. Neden beklediklerini bilmiyordu. Peron kalabalıktı. Kimisi arıza var galiba diyordu, birkaç yolcu beklemekten vazgeçip çıkmıştı metrondan. Nişanlısıyla işyerinde buluşacaklardı. Eski sevgilisi nedeniyle araları gergindi, bu aralar başka bir tatsızlık daha çıksın istemiyordu. Kendinden yirmi yaş büyük sevgilisini ailesi onaylamamıştı. Uzun zaman direnmişler, mücadele etmişler ve adam istememesine rağmen sonunda ayrılmışlardı. On-on beş dakikadır bekliyorlardı. “Daha fazla bekleyemem” dedi kendi kendine, koşar adım çıktı merdivenlerden. Bir taksiye atlayarak “Kızılay” dedi.

Bulvar üzerinde taksiden. Gelinlik provası için arka caddedeki terzide randevusu vardı ama kısa bir duraksamayla, binadan içeri girdi. İkinci kata yöneldi. Zile tam uzanmıştı ki, içerden gelen sesleri duydu. Biri ağlıyordu. Nişanlısının sesini duydu sonra; “Hadi artık, git! dedim. Şimdi gelecek. Sonra konuşuruz.” Apartman lambası söndü. Düğmeyi ararken, kapı açılıverdi, eşikte göz göze geldiler sarışın kızla. Gözleri büyüdü sarışının, bir şey diyecekmiş gibi ağzını açtı, ama tek kelime etmeden hıçkırıklar içinde merdivenlerden aşağıya koşmaya başladı. Kırmızı pardösüsü merdiven korkuluklarına takılır gibi oldu, pardösüyü çekiştirdi ve gözden kayboldu. “Erken geldin!” diyebildi nişanlısı.

***

Kızılay’ın parlak ışıkları altında, kızarmış gözlerle yürürken, “Beni sevmediğini anlamalıydım!” diye geçiriyordu içinden. Kimsesiz bir kedi yavrusu gibiydi sanki koca şehirde. Kaldırıma ara ara arabalar yanaşıyor, içindekiler sırıtarak kendisine sesleniyordu. Adımlarını hızlandırınca, arabalar da hızlanıyor, takip etmekten vazgeçenin yerini bir başkası alıyordu. Meşrutiyet Cadddesi'ne girdi, sonra da Karanfil sokağa daldı. Takipteki son araba da Karanfil'e dönünce, karşıki kaldırıma yöneldi, rüzgardan açılan pardösüsünün altındaki mini eteğinden görünen düzgün bacaklarını kapattı.

Takip edilmek pek umurunda değildi aslında. Hatta gizli gizli hoşuna da giderdi. Onunla da buna benzer bir şekilde tanışmışlardı. Tunalı’da bir Pazar günü, akşamüstü dalgın dalgın yürürken, arabasıyla yanaşmış, “Bir kahve içebilir miyiz? Ben de yalnızım bu akşam” demişti. O tatlı tebessümüne kapılmıştı adamın. “Ne kadar aptalım!” diye geçirdi içinden, yol üzerindeki kafede, iş aradığını duyunca, sırıtarak, “Hallederiz. Merak etme!” demişti. Aniden durdu. Arkasındaki araba da. Siyah Mercedes’e yanaştı. Önde iki genç vardı. Aralık pencere yavaşça açıldı. Pencereye eğildi. “Siktirin gidin ulan!” diye bağırdı. Şöförün yanında oturan, yeni yetmenin sırıtışı donuverdi yüzünde, afalladı çocuk. Eli kapıya gitti. Pencereden içeri uzandı, ensesinden tutarak, çocuğun başını torpido gözüne vurdu. Kıvrak bir hareketle döndü, sokağa yöneldi, koşmaya başladı. Kapının açıldığı duydu. “Gel ulan kaltak!” diye bağırdı çocuk önce, burnu kanıyordu, koşar gibi oldu çocuk. Adımlarını duydu çocuğun arkasında, caddenin ortalarında, açık olan kahvehaneye attı kendini.

***

Çayından ilk yudumu alıyordu ki, içeri nefes nefese bir sarışın dalmış, çaprazındaki sütunun arkasındaki masaya sinmişti. Makyajı akmıştı. Kırmızı pardösüsünü sıyırır gibi oldu, beyaz gömleğinin üstten iki düğmesinin arasından görünen, dantelli sutyene kaydı gözü. Kadın kapıya dikkat kesmişti. Bu saatlerde kalabalık olurdu kahve aslında, ama bu akşam bir derbi maçı vardı. Birkaç masada, beş –altı kişi kağıt oynuyordu.

Elindeki katı poğaçayı çaya batırdı. Köşedeki simitçi, satamadığı poğaçaları, simitleri bir kağıda sarar, tezgahın yanına bırakırdı. Yoksa ona bile parası yoktu aslında. Bugünkü akşam yemeğinde iki poğaça düşmüştü kısmetine. Hamallık, temizlik gibi işler yapardı. Yiyecek bulamazsa, kimseden yardım istemez, çöpten, sağdan soldan bulduklarını yerdi. Saatlerdir dışarıdaydı. Buz gibiydi ayakları ve elleri. Kahveci Ali bu akşam onu içeri çağırmıştı.

Biraz ısınınca ve karnı doyar gibi olunca, başını hafifçe sütunun sağına kaydırdı, kadının masanın altından görünen güzel bacaklarına takıldı gözü. Bir kadına dokunmayalı çok uzun zaman olmuştu. Otuz yıldır buralardaydı. “Apo” diye çağırırlardı ona. Son beş on yıldır sokaklarda yatıp kalkıyordu. Çocukken ailesiyle birlikte Kastamonu’nun bir köyünden Ankara’ya göç etmişti. Okuyamamıştı. Uzun süre alüminyum doğrama atölyesinde çalışmıştı. İşyerinden bir kızı sevmişti. Evleneceklerdi. Askerden dönünce, kızı bir başkasına verdiklerini duydu. Bunalıma girmişti. Görücü usulüyle bir kızla evlendirilmiş, ama ilk yıl dolmadan boşanmıştı. Babası emekli olup, köye dönünce iyice dağılmış, sokaklarda yatıp kalkar olmuştu. Kimi zaman oturdukları gecekondunun yerine yapılan apartman civarlarında, bazen bir üstgeçit altında, bazense sığındığı sıcak bir köşede sabahlıyordu.

Kadının sesiyle irkildi, “Ne bakıyorsun hayvan! Hepiniz aynısınız!”. Kapıyı çarpıp, çıktı kahvehaneden kadın. Kahvedekiler başlarını kaldırdı, sonra kâğıtlarına daldılar. Kıpkırmızı oldu. Aniden kalktı, o da çıktı kahvehaneden.

***

Akşam kıvrıldığı kömürlüğün köşesinde uyuyordu. Gelinliği içindeki sevdiği kızı öpüyordu düşünde. Biri omzunu sarstı. Gözlerini araladı. “Kalk bakalım” dedi bir ses, “Haydi karakola”. Doğrulmaya çalıştı. Bacakları kaskatı kesilmişti. “Haydi dedim, uyuşuk herif” dedi aynı ses. Kömürlükten çıktı. İki polis koluna girdi. Minibüsün etrafına toplanan kalabalık, meraklı gözlerle ne olduğunu anlamaya çalışırken, öğle ezanı okunuyordu.

Karakolda kısa bir sorgudan sonra kendisini Asayiş Şube Müdürlüğü’ne götürdüler. Polisler sürekli bir kadından bahsediyor, anlat diyorlardı. Çayın parasını vermeden kahveden çıktığını hatırladı. Geçen kış bir süre kaldığı işhanı yanınca da böyle olmuştu. “Çayın parasını vermeyi vallahi unuttum abi” diyecek oldu, “Ne çayı ulan!” dedi polislerden iri yarı olanı. “Kadın sana bağırmış. arkasından koşmuşsun. Şahitler var”, dedi öteki polis “İnşaatta bulmuşlar cesedini. Tecavüz de etmişsin”. Cevap veremedi. Sorgusu tamamlanınca sevk edildiği adliyede tutuklanarak, cezaevine gönderildi.

***

Elinde, gazeteye sarılı, kaskatı bir simitle kahveden içeri girdi. Kahvedeki uğultu kesildi. Koşarak yanına geldi Kahveci Ali, “Çay getir Ali abine oğlum” diye seslendi çay ocağına doğru. “Yok, dışarıda içerim” diyecek oldu Apo, Ali omzundan bastırıp, çektiği sandalyeye oturttu Apo’yu. Karşı masadakiler aralarında fısıldaştılar, içlerinden genç olanı, koşarak çıktı ve birkaç dakika sonra ekmek arası dönerle döndü, “Al Apocum, afiyet olsun” diyerek uzattı paketi Apo’ya. Simidini gazete kağıdına tekrar sardı, usulca ceketinin cebine koydu. Dönerden bir ısırık almıştı ki, kahvenin kapısında, birinin elinde fotoğraf makinesi, iki adam bitiverdi. Adamlar Apo’yu görünce sevindiler. Kahveci Ali de ağzı kulaklarında, adamları kahveye buyur etti. Apo’nun karşısına oturttu adamları, Ali onlarla konuşmaya daldı.

“İşte gördünüz, zararı yoktur. Kimseden karşılıksız bir şey almaz. Aç olsa bile, ekmek dahi istemez. Bir kaç yıl önce aşağı sokaktaki işhanında büyük bir yangın çıktı. O zaman da gözaltına aldılar Apo’yu. Yaklaşık iki yıl Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde kaldı. Döndüğünde gayet iyiydi. Bakılıp, tedavi gördüğünde iyi oluyor. Uzun süre sokaklarda kalınca tuhaflaşıyor Apo. Polislere de anlattım, ama dinlemediler” dedi. Adamlardan uzun boylusu, fotoğraflarını çekerken, diğer adam konuşmaya başladı.

“Apo, neyle suçlandığını söylediler mi sana?”

“Bir şeyler dediler. Pek hatırlamıyorum. Kadını anlattılar”.

“İçeride sana iyi davrandılar mı?”

“Gerektiği kadar davrandılar. Orada 70-80 kişi vardı. Bir kere daha gitmiştim”

Apo yorgundu. Soru soran adamlar kendisini bırakıp, diğerleriyle konuşmaya başlayınca, geldiği gibi sessizce çıktı kahveden.

***

Gece yarısına doğru, soğuk iliklerine işlemiş bir halde, kahvenin kapısında belirdiğinde, Kahveci Ali masadaki gazeteye eğilmiş, hararetli hararetli bir şeyler anlatıyordu. Kalabalıktı kahve. Apo girince içerdeki uğultu kesildi, tüm gözler ona yöneldi. Dönecek gibi oldu geri, “Gel Apo. Çay içelim”, dedi içlerinden biri, kolundan çekerek. “Olur” diyerek girdi içeri. Bir masaya oturdu. Elindeki gazeteyi uzatarak, “Bak ne yakışıklı çıkmışsın” dedi Kahveci Ali, “Bizi de çektiler, ama sadece senin fotoğrafını koymuşlar”. Çayı geldi. Avuçladı sıcak çay bardağını. Haberi okumaya başladı içlerinden biri.

“Kader tekstil atölyesinde sekreter olarak çalışan Nesrin Tabak'a tecavüz edip öldürdüğü iddia edilen ve olaydan sonra yakalanan Abdullah Kalfa, çelişkili ifadeler verdiği sorgusunun tamamlanmasının ardından sevk edildiği adliyede tutuklanarak, cezaevine gönderilmişti. DNA testi tutmayan Abdullah Kalfa’nın akli dengesi yerinde bulunmamış ve olaydan bir hafta sonra serbest bırakılmıştı”.

Apo’nun omzunun üzerinden, masaya bakan Kahveci Ali’nin gözü, gazetenin üçüncü sayfasında, altlardaki başka bir fotoğrafa takıldı. Küçük fotoğrafta bir çift vardı. Kadını tanımıyordu, ama adamı biryerlerden hatırlar gibiydi. Masaya yaklaştı. Fotoğrafın altındakileri okumaya koyuldu. Haberde, bir hafta önce intihar eden adamın kimliğinin teşhis edildiği, adamın önceki gün evinde ölü bulunan ve intihar ettiği anlaşılan kadının eski sevgilisi olduğu yazıyordu. Askıdaki paltosuna uzandı, çırağa seslendi “Umut’tayım, dükkân sana emanet”.

* Abdullah Kalafat'ın gerçek hikayesinden esinlenerek yazılmıştır.

Ocak 2005
Ankara
Caner Can

Yıldönümü

Dile kolay, bugün tam otuz beş sene oldu başlayalı mesleğe, pamuklu kumaştan yapılmış bir takım elbisenin itinayla temizlenebileceği yegâne yerdir dükkânım, adına aldanmayın, aslında ıslak temizliktir yaptığım. İşimi çok severim, ama emekli oluyorum yakında. Müşterileriminse henüz haberi yok bundan. Müşteri dediysem, çoğu arkadaştan ötedir benim için. Bıktığım veya yorulduğum söylenemez, ama artık tat vermiyor mesleğim, emeğinin karşılığını alamıyor insan eskisi gibi. Eskiden öyle miydi! Cumartesi, Pazar dinlemez, gündüzler yetmez, gece yarılarına kadar çalışır, didinir, iyi de kazanırdım. İşin maliyeti arttı, kimyasal maddesiymiş, makinenim bakımıymış derken, ay sonunda aldığım verdiğime bir bakıyorum, elime üç-beş kuruş kalmış. Boğaz tokluğuna derler ya işte tam da öyle!

Dedim ya bıkmadım çalışmaktan. Üstelik işimden zevk alırım ben. Pantolon ve ceket ütülemek hoşuma gider, ama gömlek ütülemeyi pek sevmem. Kumaş ince olduğundan çizgileri tam ayarlamak zor oluyor, bir de çok vakit alıyor. Zaten gömlek çok az gelir bana. Ekseriyetle takım elbise, etek ve pantolon temizler, ütülerim. Bir de gelinlik ütülemek çok hoşuma gider. Astarını, eteklerini, kollarını, velhasıl tüm parçalarını tek tek özenle ütülerim. Yaptığım bir şeye benzemez önce, ama işin sonunda, gelinliği şöyle bir silkeleyip, astım mı, karşısına geçip seyretmekten alamam kendimi.

Gelinlik dedim de, aklıma ne geldi! Benim dükkanda pek öyle ilginç şeyler olmaz. Bilirsiniz işte, kiminin gömleği, kravatı lekelenir, kiminin pantolonu çamurlanır, getirirler. Temizler, ütüler teslim ederim. Gelinlikler de öyle aslında. Taze gelinler, balayı sonrası getirirler gelinliklerini genellikle.

Anlatacağımsa çok başka bir şey. Birgün yaşlı, güleryüzlü bir teyze elinde gelinlikle geldi dükkanıma. “Güzel bir temizle ve ütüle. Pazartesi alırım. Muhakkak yetişsin” diyerek, gelinliğini bana bıraktı. Gelinlik dediysem, şimdikilere hiç benzemeyen, pek gösterişli, düğmeleri sedeften, Fransız dantelli enfes bir şey. İtinayla temizledim önce gelinliği. Sonra özene bezene, acelesiz ütüledim ve dükkânın en güzel yerine astım bu şık gelinliği. Gözümü alamıyordum gelinlikten. Hani neredeyse, teyze birkaç gün geç gelsin de doya doya seyredeyim diyeceğim, öyle şahane bir şey yani.

Pazartesi günü çıktı geldi teyze. Kapının hemen sağındaki gelinliği önce farkedemedi teyze, dükkana girer girmez telaşla sordu, “Hazır mı gelinlik?”. “Hazır olmaz mı? Bak ne kadar güzel oldu teyzecim!”. Gelinliği görünce onun da hoşuna gitti. Ücretini ödeyerek, ayrıldı dükkândan.

Üzerinden üç yıl mı dört yıl mı geçti bilmem, bir gün teyze gelinlikle geldi dükkânıma. Gelinliği torbadan çıkarınca tanıyabildim teyzeyi. “Bir güzel temizleyip, ütüleyiver evladım. Haftaya Çarşamba istiyorum ona göre” diyerek uzattı gelinliği. Dayanamadım, “Teyzecim, gelinliği daha önce de temizlemiştim. Bu kez kimi evlendiriyorsun” diye soruverdim. Önce bir an durdu, hafif bir tebessümle başladı anlatmaya, “Evladım, amcanla 1934’te evlenmiştik. Gelinlik benim. Zamanın ünlü terzilerinden, İstanbul’dan Osman Usta dikti gelinliğimi. Bu yıl 60. yılımızı kutlayacaktık. Yıldönümlerimizde en sevdiği yemekleri yapar, masayı bir güzel donatırdım. Gelinliğimi giyer, baş başa yer, dans ederdik. Amcan bayılırdı buna. Geçen hafta kaybettik Rafet’i”.

Ankara
Şubat 2005
Caner Can


26.07.2011

Deprem ve Uçak Kazaları



İstatistiklerini tutmadım ama ne zaman bir deprem olsa arkasından uçak kazaları haberlerine rastlıyorum.

Ekşi Sözlük'e girip baktım, benim gibi bu konuda bir saptaması / takıntısı / merakı olanlar var mı diye. Varmış, ama genel olarak batıl inanç veya rastlantı şeklinde görüş belirtmişler Ekşi Sözlükçüler.

Dün Marmara Denizi'nde 5.2 ve hemen öncesinde Rusya'da 5,8'lik depremleri duyunca açıkçası bir uçak kazasının olmasından korkuyordum.

ve az önce ne yazık ki Fas'ta askeri bir uçağın düştüğü ve 78 kişinin öldüğü haberini duydum.

Acaba gerçekten rastlantı mı? Yoksa bilimsel bir bağlantı var mı? Çok merak ediyorum doğrusu...

Amy için söylenmiş en güzel şeyler...



1. "Bu zamana hiçbir aitliği yok. Zamansızdı bu kadın." Nil Karaibrahimgil

2. "İçlerinde intihar biriktiren kadınlardandı Amy. Bu halin sadece kadınlara özgü olduğunu sanmıyorum, ünlü olanlarını biliyoruz, yüzlerce, binlerce isimsiz genç de benzer şekilde telef olup atıklaşıyor, binbir sebepten, sahipsizlik, yalnızlık, aşksızlık, umutsuzluk..." Yusuf Eradam

3. Amy Winehouse dürüstlüğü; bir yandan herkesin bildiği ilişkisiyle ilgili bütün kırgınlıklarını ortaya dökerken diğer yandan endüstri mendüstri dinlemeyen kuvvette bir inat sergileyişi; sesinde ortaya çıkan gücü ama aşktan da vazgeçmeyişi ile, okeye dönmekte olan İngiliz müziğinde yeni bir sayfa açtı. Bu yeni sayfa kıçına başına değil, Amy Winehouse gibi müziğine bakacağımız kadın sanatçılarla dolacak. Onun sayesinde. "Cause what's inside her never dies..."* 'He Can Only Hold Her'den...

4. hayatta olacaktı, efsane oldu…

salata yiyerek beslenseydi, her gün düzenli spor yapsaydı, o yıl kim ünlüyse onunla bir iki düet yapmayı ihmal etmeseydi, her yaz başında ve yılbaşında birer albüm ya da şarkı piyasaya sürseydi, üçüncü dünya ülkelerinden çocuk evlat edinseydi, hollywood’un genç ve şımarık görgüsüzleriyle takılsaydı, kendine üç beş spor araba, 20 milyon dolarlık malikane alsa, yanında bir menajer ve yalaka ordusuyla dolaşsa, hem film çevirse, hem kitap yazsa, hem hipster’larla, hem modacılarla kanka olsa, önüne gelen programa çıksa, reklamlarda oynasa, devlet başkanlarıyla, kraliçe’yle falan arkadaş olsa daha mı çok sevecektik onu?

bütün bunlar onu daha iyi, daha saygın biri mi yapacaktı? o zaman sesi daha mı güzel çıkacaktı? şarkıları daha mı içten olacaktı?

daha mı iyi söz yazacaktı?

“hayır ama hayatta olacaktı” diyorsunuz biliyorum.

hayatta olacaktı, efsane oldu… Mehmet Tez

5. "Amy Winehouse için “Genç ölmeyi hak etti” diye buyurdu dün Ertuğrul Özkök. Telesiyej’in itirazı var: Amy bile isteye ölmedi, öldürüldü bana göre. Ticaretin yüksek dozdaki tüketim projeleri öldürdü onu".

devamı gelecek...


İki Şişe Süt

“Bıktım şu senin pısırıklığından, kendini ifade edememenden, sus pus olmandan”, dedi kadın, “Haksız mıyım?”. 30’larındaydı. Sarışın ve uzun boyluydu. Uzun, ince boynundaki damarlar şişiyordu bağırırken. Başını sağa sola sallayarak bağırırken, omuz başlarındaki dalgalı saçları, şampuan reklâmlarındaki gibi bir sağa bir sola savruluyordu. “Söyle! Haksız mıyım? Cevap versene. Cevap vermekten bile aciz, kişiliksiz bir adamsın sen, sıfırsın, sıfır!”

Hemen karşısında oturan esmer adamın kendisini savunur gibi bir hali yoktu doğrusu. Matematik sözlüsünde tahtaya çağrılan tembel öğrenci gibi, ne diyeceğini bilemez görünüyordu. Bu raddeye nasıl geldiklerini anlamaya çalışırken, komşularının bağrış seslerini duyup duymadıklarını merak ediyordu. Sehpadaki kolonyaya uzanıp, biraz döktü avucuna ve gür, siyah saçlarına götürdü ellerini. Şakaklarını ovuşturdu. Sanki sakinleşmesi gereken oymuş gibi, derin nefes aldı, arkaya arkaya iki kez.

“Ofla ancak sen böyle! Trafikteki magandalara bile, ne yapıyorsun diyemeyen, pısırık bir adamsın sen. Vur ensesine al lokmasını! Bana güven vermiyorsun. Hele hele değer hiç vermiyorsun! Bu ay sürekli uçtum, neredeyse hiç görüşemedik, eve gelince gösterilen ilgiye bak! En son ne zaman elinde çiçekle geldin bu eve? Ne zaman küçük bir hediye aldın? Bir sürpriz yaptın? Elalemin kocaları üç kuruşluk kadınları el üzerinde tutuyor, bir de bana bak sen! Bilseydim evlenir miydim? Evlendim de dertsiz başıma dert aldım. Haksız mıyım? Söylesene be adam?”

Böyle durumlarda ne yapacağını hiç bilemezdi adam. Birkaç kez bir iki laf etmeye çalışmış, ama karşılığında daha yüksek sesle, daha çok şey işitince, karısının sakinleşmesini beklemenin daha iyi olacağına karar vermişti.

Suratını ekşitip, “Pısırık ne olacak!” diyerek hiddetle çıktı odadan kadın. Elinde yastık ve eski bir pikeyle geri döndü. Adama fırlattı elindekileri. “Akşam burada yatacaksın. Bol bol düşünürsün!”.

“Bu akşamlık bu kadar galiba” diyerek sevinir gibi oldu. Banyodan gelen sesleri duyabiliyordu. Dişlerini fırçalıyordu. Alyansıyla oynayarak, karısının neden bu kadar üzüldüğünü kavramaya çalışıyor, onu nasıl mutlu etmesi gerektiğini düşünüyordu adam. Sesler kesildi bir süre sonra. “Uyudu herhalde” dedi mırıldanarak. Bir süre sonra seslendi eşi. “Hakan, gelir misin? Bir şey diyeceğim”. Kalktı, yanına gitti. “Efendim!”. “Çok üzdün beni. Bir türlü uyuyamıyorum, süt içmek istiyorum, süt alır mısın bana?”. Sadece “Peki” diyerek çıktı odadan. Başka bir şey söylemek içinden gelmemişti. Cüzdanını aldı. Kapıyı sessizce çekip, çıktı evden.

Karşıki market kapatmıştı. Saatin o zaman farkına vardı. Gece yarısını geçmişti saat. Elleri ceplerinde, alt sokakta bakkala doğru yürümeye başladı. Sokaklar boştu. Sokağın başına varınca bakkalın da kapalı olduğunu gördü. Ana caddedeki kuruyemişçide denemeye kadar verdi şansını. Tek tük arabalar geçiyordu ana caddeden. Akşamcıların uğrak mekânı, gececi taksicilerinse eve dönerken öteberi almak için uğradıkları dükkân yirmi dört saat açık olurdu. Evde sigara bulundurmadıklarından, sigaraları biten misafirleri için gitmişliği vardı bu dükkâna bir iki kez.

Dükkân sahibi, eşofmanlı bir gençle geçen haftaki derbi maçını tartışırken, iyi akşamlar diyerek girdi içeri. “Süt var mıydı sizde?” dedi. “Var kardeş, uzun ömürlü mü, yoksa günlük A.O.Ç. sütü mü olsun?” dedi kır saçlı satıcı. Çocuğun hafifçe kıkırdadığını duydu. Kafasını ona doğru çevirerek, sert bir tonla “Bugününse günlük ver sen bana, iki şişe olsun”, dedi. Satıcı, siyah poşete dikkatlice yerleştirerek uzattı şişeleri. “Bir buçuk milyon”. Çocuğa göz ucuyla bakarak, parayı verdi adama. Yüzümdeki sırtarış gitti çocuğun, kafasını önüne eğdi. Elinde poşet, dükkânın kapısına yöneldi.

“Bir dakka” diye seslendi kuruyemişçi, “Paranın üzerini unuttun kardeş”. Para üstünü aldı ve çıktı dükkândan. Mine merak etmiştir, daha kestirme olur diye düşünerek, ana caddeden ilk sağa saptı. Adımlarını hızlandırdı hafifçe. Başı önde, dalgın dalgın yürüyordu karanlık sokakta. Bir iki adım sonra siyah poşetin bir yere çarptığını hissetti, süt şişeleri birbirine çarpıp, şıkırdadı. Kalınca bir ses tonuyla karanlığın içinden seslendi biri, “Çüş, önüne baksana!”. Ne olduğunu anlamadan başka bir ses daha işitti, “Sarhoş bu pezevenk, Ramazan Ramazan içmiş. Yetmedi içtiğin! Bu biralar kime”. Yönünü değiştirdi, “Hadi be! Akşam akşam başımı derde sokmayın” dedi, dudakları titreyerek.

Hemen üstlerindeki, ara ara sönüp tekrar yanan cılız sokak lambası aydınlatmaya çalışıyordu sokağı. Kendine doğru yaklaşınca adamlardan biraz daha uzun olanının ince bıyıklarını gördü. Üzerine yürüdü adam. “Sokarsak ne olur lan!” diyerek elini beline götürdü. Adamın elindeki metal parladı. Bir sıcaklık hissetti karnında. İnceden bir “Ahhh!” sesi duyuldu karanlık sokakta. “Aman abi ne yaptın” dedi kalın sesin sahibi. “Hadi fırla!”. Adamlar karanlıkta kaybolurken, “İki şişe süt!” diye mırıldandı, duyulur duyulmaz şekilde. Peşlerinden bakarken adamların. Kısa boylusu sokağın sonunda, köşeyi dönmeden duraksar gibi oldu, başını çevirip ona doğru baktı son kez, sonra köşede kayboldu.

İki büklümdü. Çömeldi. Poşet hala elindeydi. Nefesi kesilir gibi oldu. Gömleğini açmaya çabaladı çaresizce. Karısını ve geçen yaz avladığı kefalleri düşündü bir an, elinde poşet, başı kaldırıma düşerken. Sokak lambası söndü.

Caner Can
Temmuz 2005



Do you have opsablepsia?

Mısırlı kardeşim


İstiklal
Nazım Hikmet Ran

Bu zırhları, bu orduları tanırım,
benim de sularım girdiler,
benim de toprağıma asker çıkardılar geceleyin.
Kanıma susamıştılar.
Çalmak istiyorlardı gözlerimin nurunu,
hünerini ellerimin.
Döktük denize onları
1922'ydi yıllardan...

Mısırlı kardeşim;
şarkılarımız kardeştir,
isimlerimiz kardeş,
yoksulluğumuz kardeştir,
yorgunluğumuz kardeş.

Şehirlerimde güzel, ulu, canlı ne varsa:
insan, cadde, çınar,
savaşında senin yanındalar.
Köylerimde Kelam-ı Kadim okunuyor
senin dilinle,
senin zaferin için...

Mısırlı kardeşim,
biliyorum, biliyorum,
istiklal otobüs değil ki
birini kaçırdın mı, öbürüne binesin...
İstiklal sevgilimiz gibidir
aldattın mı bir kere
zor döner bir daha.

Mısırlı kardeşim,
kanalın sularına karıştı kanın.
İnsanın yurdu bir kat daha kendinin olur
toprağına, suyuna karıştıkça kanı.
Yaşanmış sayılmaz zaten
yurdu için ölmesini bilmeyen millet...

1956
Kaynak: Yeni Şiirler 6

Fotoğraf: Gösterilerin merkezi Tahrir Meydanından bir düğün hatırası

20.07.2011

Fransız Şarap Şişesi Başlığı


bu icadı görünce aklıma bizim termoslara da böyle bir başlığı adapte etmek geldi içimden. Bizim versiyon nasıl olurdu acaba? Mutlaka çizgili pijama ve bıyık olurdu bir kere bence. Bu arada, bugün semaverin aslında bir Rus icadı olduğunu öğrendim bugün.

Semaver, Rus Çarlığı'nın çayla tanışmasının ardından 18. yüzyılda Urallarda icat edilmiş ve Tula Bölgesinde geliştirilmiş. İlk semaver fabrikası 1778 yılında zengin maden yatakları olan Tula'da kurulmuş. Bakır, pirinç, tunç veya sactan imal edilen semaverler, silindir veya dikdörtgen prizması şeklinde yapılırmış. Altın ve gümüşle kaplanan semaverler bulunsa da esas olarak pirinçten yapılırmış semaverler.

Semaver ve Tula ile ilgili bir de atasözü var: В Тулу со своим самоваром не ездят. Tam çevirisi şöyleymiş, "Tula’ya kendi semaverini götürmek". Türkçe uyarlaması şöyle herhalde, "Malatya'ya kayısı götürmek". Şimdi aklıma başka birşey geldi. Malum çiçek seviyoruz. Mersinli kayınvalideme, kendi yetiştirdiklerimden bir saksı sardunya götüreyim dedim. Kayınvalidem beni pek sever, ama götürdüğüm çiçeği pek beğenmedi. Kayınpederim bir ara sordu, "Nasıl bir çiçek bu sardunya?". Kayınvalidem şöyle dedi, "Bizim İbrahimgillerin kahvehanesinin önünde biten çiçekten". O gün farkettim ki, Erdemli'de (Mersin) her yer sardunya, üstelik Ankara'da yetiştirmeye çalıştığımız gibi de değiller. Sardunyalar adeta çalılık gibi olmuş, öyle iştahlı açıyorlar bu bereketli topraklarda...

Bu yazıda Fransız şarap başlığından girdik, sardunyadan çıktık...

Bu arada şarap başlığını şuradan satın alabilirsiniz.

nereden nereye...






ilk klima 1901 yılında icat edilmiş ve 130 ton ağırlığındaymış... Yaklaşık 500 gram ağırlığındaki bu kişisel klima sistemi sıcak yaz günleri için ideal bence. Şuradan satın alabilirsiniz.


Relax



Cats That Talk: a bi-weekly webcomic

Tatil mi dediniz?

kısa kısa...

Birleşik Arap Emirlikleri'nden bir futbolcunun dostluk maçında Ürdün'e karşı 5-2 öndeyken, topuğuyla attığı penaltıyı mutlaka görmüşsünüzdür. Bana pek bir hoş atraksiyon olarak gelse de, eşim "Yav, bu düpedüz rakibe haksızlık değil mi?" demişti. Haklı çıktı. Düşününce doğrusu ben de hak verdim kendisine, aynı hareketi yarı final maçında, maç penaltılara kalınca yap bakalım sıkıysa, yapar ve golünü de atarsan işte o zaman alkışlarım seni.

Az önce CNN verdi... BM Somali'nin güneyindeki bazı bölgelerde son 60 yılda görülen en şiddetli kuraklık nedeniyle kıtlık yaşanmakta olduğunu açıklamış. Somali'de yaklaşık 4 milyon insanın bu krizden etkilenebileceği düşünülüyormuş. Siz siz olun, tabağınızdaki yemeğin, dolabınızdaki içeceğin kıymetini iyi bilin, israf etmeyin...

18.07.2011

Merhaba



Günde 1 Tane



:)



Chocolate Covered Brownie Ice Cream Sandwiches



bunu yazan tosun...




bunu yazan tosun...

How to view the world.

I almost made it!





Prison inmate Juan Ramirez Tijerina is pictured curled inside a suitcase after he tried to escape from prison with the help of his girlfriend following a conjugal visit in Chetumal, Mexico. Ramirez is serving a 20-year sentence for a 2007 conviction for illegal weapons possession. His girlfriend was arrested and charges are pending.



F.Scott Fitzgerald



üzüntü ve muz kabuğu


Bu fotoğrafı görünce, burnuma mis gibi bir bardak kahve kokusu geldi... Geldi gelmesine de, ek binamızdaki kafeterya dışında, koskoca işyerimde canım istediği zaman bir bardak iyi kahve içebileceğim pratik bir çözüm yok maalesef...

Quotes..


I am only me for practical purposes. -- Julian Baggini, The Ego Trick, New Scientist, March 12, 2011

the magic button

kulağa tanıdık geliyor...

yeni formalar



yeni formalarımız belli oldu. beğendim açıkçası, ama sarı düz formanın bir de kırmızı düz versiyonu olsaydı ne güzel olurdu, belki de sezon içerisinde çıkacaktır, çıkar çıkmaz alınacak...

Kaptan Arda'nın fotoğraftaki sakalını ise beğenmedim ve kaptanlığına yakıştıramadım doğrusu, iki dakika bir sinek kaydı çekemez miydi?

15.07.2011

Only in Turkey!




Osmaniye’nin Kadirli ilçesinde, bir esnaf tarafından üretilen ve tanıtımı amacıyla vinçle zincirlenerek asılan 300 kiloluk dondurma sıcaktan eriyicinde altında bulunan otomobilin üzerine düştü.0 araçta büyük hasar meydana geldi.

13



yazılmadık ve söylenmedik ne kaldı ki... "Bi durun la, bi durun..."

14.07.2011

Bir kap su lütfen!















Yaz geldi. Sıcaklıklar 40 dereceyi zorluyor. Diliniz, damağımız kurumadan on adım bile atamıyoruz, klimalı odalarımızdan, klimalı arabalarımızdan sokağa çıkınca.

Peki ya onlar!

Hadi siz de bir kap su koyun bir köşeye. Mutlaka bir serçe, bir tekir size minnettar kalacaktır...

Müzik ve karikatür
Leithycat'ten alıntı...

Canım Türkiyem


40 yaşına gelip de, 5 yıldızlı otelde hiç tatil yapamamış olanların ülkesi, Canım Türkiyem...

Oyuncu Burçin Bildik, eşinin ölümüyle ilgili basın mensuplarına gözyaşları içinde bilgi verdi. Kısa bir süre önce reklam filmiyle büyük bir şöhret yakalayan oyuncunun, "İlk kez 5 yıldızlı otele tatile gitmiştik" dediği öğrenildi...