26.07.2011

İki Şişe Süt

“Bıktım şu senin pısırıklığından, kendini ifade edememenden, sus pus olmandan”, dedi kadın, “Haksız mıyım?”. 30’larındaydı. Sarışın ve uzun boyluydu. Uzun, ince boynundaki damarlar şişiyordu bağırırken. Başını sağa sola sallayarak bağırırken, omuz başlarındaki dalgalı saçları, şampuan reklâmlarındaki gibi bir sağa bir sola savruluyordu. “Söyle! Haksız mıyım? Cevap versene. Cevap vermekten bile aciz, kişiliksiz bir adamsın sen, sıfırsın, sıfır!”

Hemen karşısında oturan esmer adamın kendisini savunur gibi bir hali yoktu doğrusu. Matematik sözlüsünde tahtaya çağrılan tembel öğrenci gibi, ne diyeceğini bilemez görünüyordu. Bu raddeye nasıl geldiklerini anlamaya çalışırken, komşularının bağrış seslerini duyup duymadıklarını merak ediyordu. Sehpadaki kolonyaya uzanıp, biraz döktü avucuna ve gür, siyah saçlarına götürdü ellerini. Şakaklarını ovuşturdu. Sanki sakinleşmesi gereken oymuş gibi, derin nefes aldı, arkaya arkaya iki kez.

“Ofla ancak sen böyle! Trafikteki magandalara bile, ne yapıyorsun diyemeyen, pısırık bir adamsın sen. Vur ensesine al lokmasını! Bana güven vermiyorsun. Hele hele değer hiç vermiyorsun! Bu ay sürekli uçtum, neredeyse hiç görüşemedik, eve gelince gösterilen ilgiye bak! En son ne zaman elinde çiçekle geldin bu eve? Ne zaman küçük bir hediye aldın? Bir sürpriz yaptın? Elalemin kocaları üç kuruşluk kadınları el üzerinde tutuyor, bir de bana bak sen! Bilseydim evlenir miydim? Evlendim de dertsiz başıma dert aldım. Haksız mıyım? Söylesene be adam?”

Böyle durumlarda ne yapacağını hiç bilemezdi adam. Birkaç kez bir iki laf etmeye çalışmış, ama karşılığında daha yüksek sesle, daha çok şey işitince, karısının sakinleşmesini beklemenin daha iyi olacağına karar vermişti.

Suratını ekşitip, “Pısırık ne olacak!” diyerek hiddetle çıktı odadan kadın. Elinde yastık ve eski bir pikeyle geri döndü. Adama fırlattı elindekileri. “Akşam burada yatacaksın. Bol bol düşünürsün!”.

“Bu akşamlık bu kadar galiba” diyerek sevinir gibi oldu. Banyodan gelen sesleri duyabiliyordu. Dişlerini fırçalıyordu. Alyansıyla oynayarak, karısının neden bu kadar üzüldüğünü kavramaya çalışıyor, onu nasıl mutlu etmesi gerektiğini düşünüyordu adam. Sesler kesildi bir süre sonra. “Uyudu herhalde” dedi mırıldanarak. Bir süre sonra seslendi eşi. “Hakan, gelir misin? Bir şey diyeceğim”. Kalktı, yanına gitti. “Efendim!”. “Çok üzdün beni. Bir türlü uyuyamıyorum, süt içmek istiyorum, süt alır mısın bana?”. Sadece “Peki” diyerek çıktı odadan. Başka bir şey söylemek içinden gelmemişti. Cüzdanını aldı. Kapıyı sessizce çekip, çıktı evden.

Karşıki market kapatmıştı. Saatin o zaman farkına vardı. Gece yarısını geçmişti saat. Elleri ceplerinde, alt sokakta bakkala doğru yürümeye başladı. Sokaklar boştu. Sokağın başına varınca bakkalın da kapalı olduğunu gördü. Ana caddedeki kuruyemişçide denemeye kadar verdi şansını. Tek tük arabalar geçiyordu ana caddeden. Akşamcıların uğrak mekânı, gececi taksicilerinse eve dönerken öteberi almak için uğradıkları dükkân yirmi dört saat açık olurdu. Evde sigara bulundurmadıklarından, sigaraları biten misafirleri için gitmişliği vardı bu dükkâna bir iki kez.

Dükkân sahibi, eşofmanlı bir gençle geçen haftaki derbi maçını tartışırken, iyi akşamlar diyerek girdi içeri. “Süt var mıydı sizde?” dedi. “Var kardeş, uzun ömürlü mü, yoksa günlük A.O.Ç. sütü mü olsun?” dedi kır saçlı satıcı. Çocuğun hafifçe kıkırdadığını duydu. Kafasını ona doğru çevirerek, sert bir tonla “Bugününse günlük ver sen bana, iki şişe olsun”, dedi. Satıcı, siyah poşete dikkatlice yerleştirerek uzattı şişeleri. “Bir buçuk milyon”. Çocuğa göz ucuyla bakarak, parayı verdi adama. Yüzümdeki sırtarış gitti çocuğun, kafasını önüne eğdi. Elinde poşet, dükkânın kapısına yöneldi.

“Bir dakka” diye seslendi kuruyemişçi, “Paranın üzerini unuttun kardeş”. Para üstünü aldı ve çıktı dükkândan. Mine merak etmiştir, daha kestirme olur diye düşünerek, ana caddeden ilk sağa saptı. Adımlarını hızlandırdı hafifçe. Başı önde, dalgın dalgın yürüyordu karanlık sokakta. Bir iki adım sonra siyah poşetin bir yere çarptığını hissetti, süt şişeleri birbirine çarpıp, şıkırdadı. Kalınca bir ses tonuyla karanlığın içinden seslendi biri, “Çüş, önüne baksana!”. Ne olduğunu anlamadan başka bir ses daha işitti, “Sarhoş bu pezevenk, Ramazan Ramazan içmiş. Yetmedi içtiğin! Bu biralar kime”. Yönünü değiştirdi, “Hadi be! Akşam akşam başımı derde sokmayın” dedi, dudakları titreyerek.

Hemen üstlerindeki, ara ara sönüp tekrar yanan cılız sokak lambası aydınlatmaya çalışıyordu sokağı. Kendine doğru yaklaşınca adamlardan biraz daha uzun olanının ince bıyıklarını gördü. Üzerine yürüdü adam. “Sokarsak ne olur lan!” diyerek elini beline götürdü. Adamın elindeki metal parladı. Bir sıcaklık hissetti karnında. İnceden bir “Ahhh!” sesi duyuldu karanlık sokakta. “Aman abi ne yaptın” dedi kalın sesin sahibi. “Hadi fırla!”. Adamlar karanlıkta kaybolurken, “İki şişe süt!” diye mırıldandı, duyulur duyulmaz şekilde. Peşlerinden bakarken adamların. Kısa boylusu sokağın sonunda, köşeyi dönmeden duraksar gibi oldu, başını çevirip ona doğru baktı son kez, sonra köşede kayboldu.

İki büklümdü. Çömeldi. Poşet hala elindeydi. Nefesi kesilir gibi oldu. Gömleğini açmaya çabaladı çaresizce. Karısını ve geçen yaz avladığı kefalleri düşündü bir an, elinde poşet, başı kaldırıma düşerken. Sokak lambası söndü.

Caner Can
Temmuz 2005



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder