3.08.2011

Üçüncü Sayfa




İkindi vakti, televizyonun karşısındaki mavi kanepede oturuyordu. Bugün izinliydi. Sabah çıkmış, öğleye doğru dönmüştü. Telefon çaldı. Açmak istemedi. Altıncı çalışta uzandı eli telefona. Oydu. Nasıl olduğunu soruyordu. İfadesiz bir şekilde “İyiyim Cengiz” dedi ve geçiştirircesine ilave etti “Akşama konuşuruz”. Telefonu kapattı. Öylesine, amaçsızca takıldı gözü ekrandaki kadın programına. Kamera, ağlamaklı konuşan sunucudan, yanındaki koltukta oturan, kartondan maskeli kadına geçti ağırca.

Beş sene çektim ben. Köyden İstanbul’a getirtti bizi. Beş sene metreslik yaptım ona. Kendi apartmanının zemin katında, kömürlük bozması evine yerleştirdi bizi. Kocamı yanında işe aldı. Daha doğrusu ayakçısıydı kocam. Ben de evine, yazıhanesine gündeliğe gitmeye başladım.

“Konuyu nasıl açsam?” diye geçirdi içinden, “Nasıl söyleyeceğim bunu ona? Önce hazırlasam mı onu? Ama daha ben hazır değilim ki! Hata mı ediyorum acaba, ona bunu şimdi söylemekle. Söylemezsem daha da kötü olmaz mı?”

Çok sürmedi. Bir iki hafta sonra korktuğum başıma geldi. Önce yazıhanede kocam yokken sıkıştırdı. Karşı geldim. Kocama söylerim dedim. O zaman tehdit etti. Sokağa atarım sizi dedi. Kocama söylemedim, ama hissettirdim. Hiç ilgilenmedi. Ne zaman konuyu açacak gibi olsam, “Abim şöyledir, abim böyledir, büyük adamdır” falan derdi.


Dans kursunda tanışmışlardı Cengiz’le. Dans etmeyi çok severdi. Onu ilk gördüğünde heyecanlanmış, bakımlı elleri, mavi gözleri ve simsiyah saçları başını döndürmüştü. Dans hocası ona eş olarak bir sarışını verince, kadını çok kıskanmıştı. Kendisine gözlüklü, kısa boylu orta yaşlı, bıyıklı bir adam düşmüştü. Danstan çok, onunla ilgilenmiş, mola verdiklerinde yakınında olmaya, dikkatini çekmeye çalışmış, ama onun kendisiyle pek ilgilenmemesi moralini bozmuştu. Birçok erkek peşinden koştuğundan, buna hiç alışık değildi.

Birgün ben evinde temizlik yaparken çıkageldi. Önce iyilikle konuşmaya başladı. “İstersen kocanı aradan çıkarırım” dedi. “Çocuklarını kabul ederim” dedi. Kocamla anlaşmış gibi konuşuyordu. “Nasıl yapacaksın” diye sordum. “Ben yaparım” dedi. “Bana bırak” dedi. Çaresizlikten pes edecek gibi oldum. Aslında ötekine öfkemden. Ne olacak diye düşündüm. İkisi de adi, ikisi de karaktersiz. Hiç olmazsa bunun parası var, durumu iyi. Üst kattaki dairesine taşınırız. Çocuklarıma bakarım. O zaman ikinci çocuğum daha kucağımdaydı.

Partnerinin kurs sonrası kahve ısrarını güç bela savuşturmuş, dans salonunda oyalanarak, Cengiz’in kurstan yalnız mı ayrılacağını yoksa sarışınla mı çıkacağını görmek istemişti. O akşam Cengiz'in oradan sarışınla ayrılması canını iyice sıkmış, kursu o gün bırakmayı düşünmüştü. İkinci derse, her iki yanında derin yırtmaçlı, yeni bir etek, kendini daha genç gösteren, daha kısa bir saç kesimi ve hoş bir makyajla gitmişti. Cazibesi kurstaki erkeklerin dikkatini çekmişti çekmesine de, Cengiz’in o gün kursa gelmeyişi canını çok sıkmıştı. Üstelik sarışın da yoktu ortalarda, ama pes etmemişti!

O ara arkamdan sarıldı. Gözü döndü sanki adamın. İstemedim, ama karşı da gelemedim. Öyle başladı. Önceleri tiksinirdim. Karşı geleyim diye düşünürdüm. Ama gelsen ne olacak ki! Ne yapacaksın ki!

Üçüncü derse de aynı özenle hazırlanarak gitmişti. O gün, onu kapıdan girerken görünce, olacağını hissetmişti. Bir molada tanıştılar. Gülümseyerek, “Adım Cengiz, ya sizinki?” demişti. “Lale” diyerek, son danstaki şarkının filmini seyredip seyretmediğini soruvermişti Cengiz’e. Sinemadan konuşmaya başlamışlardı bile. Sevdiği yönetmenleri saydı, Cengiz’in sevdiği filmleri öğrendi. Gösterime girdiği ilk gün seyrettiği halde, teklifi ona bırakmadan, “Demirkubuz’un harika bir filmi var vizyonda, gitmek ister misin?” deyivermişti. Adamın, dersten sonra iyi akşamlar dileyerek, çıkıp gitmesi bile canını sıkmamışı o gün.

Böyle sürüp gitti. Sonra kocamı şehir dışına işe göndermeye başladı. “Sana doyamıyorum. Geceleri de yanımda ol” diyordu. Çok geceler evinde kalmaya başladım. Olmadık şeyler istemeye, sapıkça şeyler yaptırmaya başladı. Bazı günler yukarıda onun istediklerini, gece aşağıda kocamın istediklerini yapar oldum. İkisi de biliyor, ikisi de kabul ediyor, nasıl oluyor” diye düşünürdüm. Düşünsen ne olacak.

Üçüncü Sayfa’yı birlikte seyrettikleri o gün tüm canlılığıyla gözlerinin önüne gelmişti. Işıklar yandığında, Cengiz’in “Ne filmdi yav” diyerek gülümsemesini görünce, içinden sımsıcak bir şeylerin derinlere doğru aktığını hissetmişti; ömrünü sadece onun yanında geçirmeyi, onunla yaşlanmayı nasıl da arzulamıştı o anda.

Bir kaç ay sonra yine bir iş bulup, Bursa tarafına gönderdi kocamı. Kocam kumar oynardı, kumar masasında tartıştığı arkadaşlarından biri bıçaklamış. İstanbul’a cenazesi geldi. Bu sefer daha çok üstüme gelmeye başladı. İyice aşık olduğunu, karısı olmamı istediğini, benden vazgeçemeyeceğini söyleyip durdu. Bir ara ağladı. “Müsaade et. Bir iki gün düşüneyim” dedim.

Saate baktı. Zaman çabuk akıyordu. Televizyonun hemen yanındaki düğün fotoğrafı takıldı gözüne. Dün gibiydi. Aklı karmakarışıktı. Cengiz’in yerine koymaya çalıştı kendini. “Bilmesi gerek, bence söylemeliyim, ama ya beklediğim gibi olgun karşılamazsa beni, duygusallaşıverirse; o zaman ne yaparım?” Gümüş çerçevedeki fotoğrafa dalmışken, elinde unuttuğu kağıdı fark etti. Hızla kalktı. Kağıdı özensizce katlayarak, yanındaki dolabın bir köşesine sıkıştırıverdi.

Sürekli fikir değiştiriyordu. “Doğrudan söylememeli miyim? Kimseye henüz söylemedim, ama ya birine söylersem, bunu bir başkasından öğrenirse. Daha da acıtır mı bu acaba? Gerçekten dayanabilecek mi?” Ne kadar çok şey yaşadıklarını düşündü birlikte veya ne kadar az! Saate bakarak, huzursuzca iç geçirdi. Cengiz’in eve gelme vakti yaklaşıyordu.

Aslında ben oğlunu seviyordum. Babasının yazıhanesinde görmüştük birbirimizi. İlk görüşte aşık olmuştuk. Zaten babasını hiç sevmezdi. Oğluyla ilişkimiz başlayınca her şey karıştı. Babasını borçlularından biri vurunca kurtuldum. Kader işte. İkisi de ölünce bizi bağlayacak bir şey kalmadı. Evlendik. Çocuklarımı kabul etti. Babasının evine yerleştik.

Televizyonu kapattı. “İyi ki bir çocuğumuz yok”, diye geçirirken aklından, telefonu çaldı. Kocası, işten çıkmak üzere olduğunu, bir isteğinin olup olmadığını soruyordu. Umarsız bir ses tonuyla “Bir şey istemiyorum Cengiz, görüşürüz” diyerek kapattı telefonu.

Kanepeye oturdu tekrar. Televizyonun yanındaki fotoğrafa uzandı. Fotoğrafa dikkatle bakarken, camın sağ alt köşesindeki ince çatlağı fark etti. Çatlağın hemen altında, gelinliğinin ucu lekelenmişti. Dudakları titredi. Fotoğraf elinde, kanepeye kapandı. Ağladı. Ağladı. Ağladı.

Kapı çalınınca doğruldu, elinin tersiyle gözlerini sildi. Kapıyı açtı. Cengiz’di. Tek kelime etmeden, koşarcasına kanepeye döndü.

Adam kapıyı kapattı. Montunu çıkarmadan, yanına oturdu. Gözlerinin içine bakarak, kelimeleri özenle seçercesine konuşmaya başladı; “Bitanem, neyin var? İşyerini de aradım, izin aldı dediler. Lütfen söyler misin? Neler oluyor?”

Dudakları titriyordu. Konuşmaya çalıştı, yapamadı. Elleriyle yüzünü kapattı, hıçkırıklara boğuldu.

“Lütfen anlat bana canım. Kahroluyorum. Son zamanlarda bir durgunlaştın. Neyin var?”

Takati kesildi. Doğrulmaya çalıştı, yapamadı. Cengiz’in elini tutarak kalktı ayağa. Dolaba sıkıştırdığı kağıdı çekip çıkardı yerinden, çaresizce kocasına uzattı. Kağıdı yavaşça açtı adam. Kağıttakileri okumaya çalışırken, Lale konuşmaya çabaladı.

“Dişetlerim kanıyordu, uzun zamandır halsizdim. Cengiz’cim sana söylemedim. Önceki gün doktora gittim. Birtakım testler istemişti. Saba aldım sonuçları. Doktor açık konuştu. Kemik kanseri. Çok ilerlemiş”.

Nisan 2004 - Ocak 2005
Salzburg-Ankara
Caner Can

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder