2.11.2011

Pembe Ev



Sedat Beylerin misafir odasında, sedef kakmalı, büyük gri kanepenin kıyısındayım. Ev dağınık. Aynalı büfenin üzerinde, kutusu açılmamış su ısıtıcısı duruyor. Koltuklardan birinde cep telefonu şarj cihazı, kablosu yere sarkmış. Yemek masasının ortasında, yarısı tamamlanmış yapboz, beş bin parçalı, sandalyenin üzerindeki kutusunda beyaz bir yelkenli fotoğrafı.

Sedat Bey yan koltukta, ayak ayak üstüne atmış. “Kusura bakma, ev dağınık” diyor, mahcup olmuş gibi yaparcasına.

50’li yaşlarda Sedat Bey. Orta boylu, hafif tıknaz. Kır saçları kısa. Ağzı yamukça. Aynı Bakanlıktayız. Daire Başkanı olur kendisi. Ev aradığımı duyan memur arkadaşlardan biri tanıştırmıştı bizi dört yıl önce, “İşte yeni kiracınız” diye. Evi büyük, ama çok eski, bin dolar da depozito istedi. Fazla eşyamız vardı, emlakçıya komisyon da vermeyeceğiz nasılsa diyerek tutmak zorunda kaldık evi.

Konudan konuya geçiyoruz. Bakanlıktaki işlerin yoğunluğundan, yaz tatilinden, belediyenin bitmek bilmeyen yol çalışmalarından, Ankara’nın kirli havasından, kuraklıktan ve önümüzdeki yaz çekeceğimiz susuzluktan konuşuyoruz. Dinlemiyorum aslında söylediklerini, aklımda en an üç kere söylememe karşın iki senedir yaptırmadığı banyonun tavanı var. Tavan berbat halde, beton görülüyor açılan delikten. Sıvanın banyodayken bazen parça parça kafamıza düştüğünü söylesem bu kez yaptırır mı acaba? Neyse, şimdi pek sırası değil!

            Biraz gergin Sedat Bey, gerginliği bana geçiyor. Geçen yıl, “Ne içersin?” diye sormuştu kapıdan girer girmez, hâlâ sormadı! Derdim çay, kahve değil aslında da, gerginliğinin bizim meseleyi etkileyecek olmasından çekiniyorum. Ziyareti kısa tutmak niyetinde.

Koridorda hafif bir karaltı görüyorum, Kâzım giriyor odaya. Yan gözle Sedat Beye bakıyorum. Suratını asıyor, sıkıntıyla omuzlarını oynatıyor koltuğunda.

18-19 yaşlarında Kâzım. Yüzünde aynı, tanıdık, saf gülümseme. Geçen yıla göre çok şişmanlamış. Aynı eşofmanı giyiyor, dirsek yerleri iplik iplik, rengi iyice solmuş.

- Merhaba Kâzım, Nasılsın?

- İiii.

Parmağıyla saçlarını gösteriyor,

- Baaaak.

“Yeni kestirdik abisi” diyor Sedat Bey.

- Çok yakışmış, sıhhatler olsun.

“Okul nasıl gidiyor?”, diye soracak oluyorum, “IIhh, ııhhh” yapıyor Kâzım, yüzünü buruşturuveriyor. Ağladı ağlayacak. Uzatıp kolunu gösteriyor. Sedat Bey pek oralı değil.
- Okul en büyük derdimiz. Servisiydi, özel öğretmeniydi onca para veriyoruz, ama gitmek istemiyor okula, bütün gün bilgisayar başında!

Gülüyor Kâzım, eliyle direksiyon tutarmış gibi yapıyor. Sonra tekrar kolunu gösteriyor.

“Geçenlerde servisteki çocuklardan bir kolunu ısırmış, sıra arkadaşı Nergis’in ailesi İzmir’e taşınınca, artık hiç sevmez oldu okulu” diyor Sedat Bey.

- Gidilmez mi okul….

Arkasını dönüp, çıkıveriyor odadan Kâzım. Sessizliği Sedat Bey bozuyor. Teraslarının yalıtımından, kızının özel okul taksidinden, Kâzım’ın servisine gelen zamdan bahsediyor, eşine aldığı yeni arabanın vergisinin yüksekliğinden yakınıyor. Gülümsemeye çalışır gibi yapıyorum. Nereye varacak bu konuşmanın sonu?   

Dalıveriyor odaya Kâzım; elinde bir resim. Bana uzatıyor resmi. Pastel boyayla çizilmiş, uzun kollu, ince bacaklı, küçük kafalı, gözlüklü bir adam. Sedat Bey huzursuzca çıkışıyor Kâzım’a,  

- Rahat bırak ağabeyini.

Sesini inceltip, bana dönüyor, “Sevdiklerinin resmini yapar Kâzım” diyor.

Sanki bunu bilmiyormuş gibi davranıyorum, “Aaaaa öyle mi! Pek güzel olmuş. Harika benzetmiş doğrusu”.  

Kâzım’a geri veriyorum resmi. Büfenin yanındaki koltuğa ilişiyor Kâzım. Büfeye bakıyorum, aynadan mutfak kapısının buzlu camına yansıyan televizyonun ışığı görünüyor. Kâzım, cebinden çıkardığı küçük kırmızı sünger topla oynamaya başlıyor. Sedat Bey başıyla kapıyı işaret ediyor Kâzım’a, aldırmıyor berikisi.

Odanın ortasındaki ışıltılı, kocaman, kristal avize, büfedeki Bavyera porseleni biblolar ve koltuklardaki sedef kakmalar daha da zevksiz geliyor gözüme. Bunalıyorum. Göğsümde bir ağırlık. Nasıl açsam konuyu?

Gözlerini kaçırarak soruyor Sedat Bey beklediğim soruyu,  

- Kirayı ne yapsak?

Lafı gevelemeden veriyorum cevabı, “Evsahibi sizsiniz, ne uygun görüyorsunuz?”

- Biliyorsun, sizin evin kirasını aynen babama yolluyorum. Emlâk vergisini gerçek bedel üzerinden yatırdığımdan, iki ayı zaten doğrudan vergiye gidiyor.

Kiramızı, Antalya’da okuyan yeğenine göndermiyor muydun? Kafamı bir aşağı bir yukarı sallarken, soruyor “Siz ne düşünüyorsunuz?”. Tereddüt ediyorum, “Siz ne düşünüyorsunuz?”.

Çıkarıveriyor ağzından baklayı,

- Dokuz yüz elli yapsak.

Renk vermemeye çalışarak, çakır gözlerine bakıyorum. Büfeye kaçırıyor bakışlarını. İki senedir yüzde on zam yapıyorduk, bu zam yüzde otuzu geçiyor, ne düşünüyor bu adam!. Kollarını göğsünde kavuşturuyor. Sol kaşını kaldırarak konuşuyor,

- Bir alttaki kiracım da yedi yüz elliye oturuyordu. Onları da sizin gibi çok severim, çocuk mühendis, dokuz yüz elli yaptık onların kirasını da.

Bir evi daha varmış bu apartmanda demek. Bu apartman yeni ama. Sekiz yüze hazırlanmıştık, dokuz yüz elli nereden çıktı. Aklım karışık. Ne desem de vazgeçirsem şu adamı?     

Odada sıkıntılı bir sessizlik. Bakışıyoruz bir süre. Bir şeyler demek gerek, “Sekiz yüz yaparız diye düşünüyorduk, bir parça şaşırdım doğrusu!” diye geveliyorum.

Kayıtsız gözlerle bakıyor, ağzı biraz daha yamuluyor,

- Bilemiyorum ki ne yapsak?

- Bizim için bu zam fazla gerçekten.

Sol kaşı aşağıya iniyor, kollarını koltuğun kolluklarına indiriyor. İnsafa geliyor galiba. Boşuna seviniyorum. “Bari o zaman Temmuz ayına kadar sekiz yüz elli olsun, Temmuzdan sonra dokuz yüz elli yaparız”, deyiveriyor.

O zaman onu da alma, insafsız. Geçen ay, yirmi senelik şofbenin bakımına yüz milyon verdim, oralı bile olmadın söyleyince. Yüzde otuzdan fazla zam ne demek! Tabii, mevsim kış, bizi çıkarırsan en azından dokuz yüze kiralarsın evi. Bizim gibi kiracıyı nereden bulacaksın. Ayın on beşi geldi mi sabah, ilk iş kirayı yatırıyoruz. Banyonun tavanının haliyse malum.

Çaresizce kabul ediyorum zammı,

- Peki öyleyse! Sağlık olsun. Nasıl olacaksa! O halde, gelecek yıl zammı biraz düşük tutarız, değil mi?

Sesini çıkarmıyor, isteksizce gülümsüyor. İyice canım sıkılıyor.

 kalkmaya hazırlanıyorum, “Bir şey içer misin?” diye soracak oluyor. Mutfağa bakarak konuşuyorum:

- Malum haftasonu, ev işleri bekler, hem sizi meşgul etmeyeyim daha fazla.

- Ne meşguliyeti! Olur mu canım? Bayramda buradayız. Bak bu sefer bekliyoruz sizi. Gelin, oturalım, sohbet edelim. Daireye de hiç uğramıyorsun, gel ara sıra, çayımı iç.

Gülümsemeye çalışıyor, “İnşallah, biz de çok isteriz, harika olur gerçekten” diye mırıldanıyorum.

Kalkmak için doğrulurken, önce koridorun ucunda yok oluveriyor Kâzım, sonra kapının yanında bitiveriyor. Elindeki kağıdı elime tutuşturup, koridorun ucunda kayboluyor yine. Sedat Bey, sinirli sinirli başını iki yana sallıyor. Kağıdı paltomun cebine tıkıştırıveriyorum. Bir an önce çıksam şuradan. “Eşinize çok selamlar”. Yanıt beklemeden, merdivenlerden hızla inip, sokağa çıkıyorum.

Kasım’ın son günleri, ayaz yüzümü kesiyor. Bir iki adım sonra, parmak uçlarım sızlıyor. Ellerimi cebime sokuyorum. Kazım’ın verdiği kağıt geliyor elime. Kâzım’ın yaptığı resim bu. Gözlüklü adamın yüzüne bir gülümseme koymuş. Bu kez adamın hemen yanına kırmızı çatılı, pembe bir ev çizmiş. Yüzümde tebessüm, kâğıdı katlayıp koyuyorum cebime. Taksitleri bitmemiş yeni paltomun yakasını kaldırıyorum. 

Caner Can
Aralık 2006, Ankara

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder