27.07.2011
İnci Gibi Düşler*
Akşamcıların mekânı Sakarya Caddesi’nin müdavimlerindendi. Adını veya ne işle uğraştığını bilen yoktu, ama iri cüssesi ve kıvırcık kır saçlarından Sakarya’ya takılanlar nerede görseler tanırlardı onu. Aynı birahaneye gider, tek başına içer ve hesaplar alınmaya başlarken ayrılırdı dükkândan. Yine tek başına içiyordu. On ikinci bardağının sonunu kafasına dikti. Masaya bir tomar para bıraktı, “Bu akşam erkencisin abi!” diye seslenen sıska garsona yanıt vermeden çıktı Umut Birahanesi’nden.
Paltosunun yakasını kaldırdı. Hava buz gibiydi. Elleri ceplerinde, kepenklerini indirmiş olan köşe başındaki çiçekçinin önünde duraksadı, kapısı açıktı dükkânın, içerden koşturarak, “Buyur abi!” diyen gence, beyaz kasımpatıları gösterdi, “İki demet versene!”.
Elinde beyaz kasımpatılar, ağır ağır indi merdivenlerden. Banklardan birine oturdu önce, bir süre sonra kalktı, yürümeye başladı, kendi kendine konuşuyor, hemen yanında onunla yürüyen hayali kişiyle tartışıyor gibiydi. Karşı peronda, babasının elinden tutan bir ufaklıkla gözgöze geldi. Bir süre bakıştılar. Korktu çocuk, babasının bacaklarının arkasına saklandı ani bir hareketle. Sinirlendi, beyaz kasımpatıları raylara fırlattı. Çiçeklere dalgınca baktı bir süre. Hafifçe bir esinti geldi perona. Beyaz kasımpatılara doğru iki adım atıp, perona giren trenin farlarıyla aydınlanan raylara bıraktı kendini usulca.
***
Kaygıyla saatine baktı. Dokuzu yirmi geçiyordu. Neden beklediklerini bilmiyordu. Peron kalabalıktı. Kimisi arıza var galiba diyordu, birkaç yolcu beklemekten vazgeçip çıkmıştı metrondan. Nişanlısıyla işyerinde buluşacaklardı. Eski sevgilisi nedeniyle araları gergindi, bu aralar başka bir tatsızlık daha çıksın istemiyordu. Kendinden yirmi yaş büyük sevgilisini ailesi onaylamamıştı. Uzun zaman direnmişler, mücadele etmişler ve adam istememesine rağmen sonunda ayrılmışlardı. On-on beş dakikadır bekliyorlardı. “Daha fazla bekleyemem” dedi kendi kendine, koşar adım çıktı merdivenlerden. Bir taksiye atlayarak “Kızılay” dedi.
Bulvar üzerinde taksiden. Gelinlik provası için arka caddedeki terzide randevusu vardı ama kısa bir duraksamayla, binadan içeri girdi. İkinci kata yöneldi. Zile tam uzanmıştı ki, içerden gelen sesleri duydu. Biri ağlıyordu. Nişanlısının sesini duydu sonra; “Hadi artık, git! dedim. Şimdi gelecek. Sonra konuşuruz.” Apartman lambası söndü. Düğmeyi ararken, kapı açılıverdi, eşikte göz göze geldiler sarışın kızla. Gözleri büyüdü sarışının, bir şey diyecekmiş gibi ağzını açtı, ama tek kelime etmeden hıçkırıklar içinde merdivenlerden aşağıya koşmaya başladı. Kırmızı pardösüsü merdiven korkuluklarına takılır gibi oldu, pardösüyü çekiştirdi ve gözden kayboldu. “Erken geldin!” diyebildi nişanlısı.
***
Kızılay’ın parlak ışıkları altında, kızarmış gözlerle yürürken, “Beni sevmediğini anlamalıydım!” diye geçiriyordu içinden. Kimsesiz bir kedi yavrusu gibiydi sanki koca şehirde. Kaldırıma ara ara arabalar yanaşıyor, içindekiler sırıtarak kendisine sesleniyordu. Adımlarını hızlandırınca, arabalar da hızlanıyor, takip etmekten vazgeçenin yerini bir başkası alıyordu. Meşrutiyet Cadddesi'ne girdi, sonra da Karanfil sokağa daldı. Takipteki son araba da Karanfil'e dönünce, karşıki kaldırıma yöneldi, rüzgardan açılan pardösüsünün altındaki mini eteğinden görünen düzgün bacaklarını kapattı.
Takip edilmek pek umurunda değildi aslında. Hatta gizli gizli hoşuna da giderdi. Onunla da buna benzer bir şekilde tanışmışlardı. Tunalı’da bir Pazar günü, akşamüstü dalgın dalgın yürürken, arabasıyla yanaşmış, “Bir kahve içebilir miyiz? Ben de yalnızım bu akşam” demişti. O tatlı tebessümüne kapılmıştı adamın. “Ne kadar aptalım!” diye geçirdi içinden, yol üzerindeki kafede, iş aradığını duyunca, sırıtarak, “Hallederiz. Merak etme!” demişti. Aniden durdu. Arkasındaki araba da. Siyah Mercedes’e yanaştı. Önde iki genç vardı. Aralık pencere yavaşça açıldı. Pencereye eğildi. “Siktirin gidin ulan!” diye bağırdı. Şöförün yanında oturan, yeni yetmenin sırıtışı donuverdi yüzünde, afalladı çocuk. Eli kapıya gitti. Pencereden içeri uzandı, ensesinden tutarak, çocuğun başını torpido gözüne vurdu. Kıvrak bir hareketle döndü, sokağa yöneldi, koşmaya başladı. Kapının açıldığı duydu. “Gel ulan kaltak!” diye bağırdı çocuk önce, burnu kanıyordu, koşar gibi oldu çocuk. Adımlarını duydu çocuğun arkasında, caddenin ortalarında, açık olan kahvehaneye attı kendini.
***
Çayından ilk yudumu alıyordu ki, içeri nefes nefese bir sarışın dalmış, çaprazındaki sütunun arkasındaki masaya sinmişti. Makyajı akmıştı. Kırmızı pardösüsünü sıyırır gibi oldu, beyaz gömleğinin üstten iki düğmesinin arasından görünen, dantelli sutyene kaydı gözü. Kadın kapıya dikkat kesmişti. Bu saatlerde kalabalık olurdu kahve aslında, ama bu akşam bir derbi maçı vardı. Birkaç masada, beş –altı kişi kağıt oynuyordu.
Elindeki katı poğaçayı çaya batırdı. Köşedeki simitçi, satamadığı poğaçaları, simitleri bir kağıda sarar, tezgahın yanına bırakırdı. Yoksa ona bile parası yoktu aslında. Bugünkü akşam yemeğinde iki poğaça düşmüştü kısmetine. Hamallık, temizlik gibi işler yapardı. Yiyecek bulamazsa, kimseden yardım istemez, çöpten, sağdan soldan bulduklarını yerdi. Saatlerdir dışarıdaydı. Buz gibiydi ayakları ve elleri. Kahveci Ali bu akşam onu içeri çağırmıştı.
Biraz ısınınca ve karnı doyar gibi olunca, başını hafifçe sütunun sağına kaydırdı, kadının masanın altından görünen güzel bacaklarına takıldı gözü. Bir kadına dokunmayalı çok uzun zaman olmuştu. Otuz yıldır buralardaydı. “Apo” diye çağırırlardı ona. Son beş on yıldır sokaklarda yatıp kalkıyordu. Çocukken ailesiyle birlikte Kastamonu’nun bir köyünden Ankara’ya göç etmişti. Okuyamamıştı. Uzun süre alüminyum doğrama atölyesinde çalışmıştı. İşyerinden bir kızı sevmişti. Evleneceklerdi. Askerden dönünce, kızı bir başkasına verdiklerini duydu. Bunalıma girmişti. Görücü usulüyle bir kızla evlendirilmiş, ama ilk yıl dolmadan boşanmıştı. Babası emekli olup, köye dönünce iyice dağılmış, sokaklarda yatıp kalkar olmuştu. Kimi zaman oturdukları gecekondunun yerine yapılan apartman civarlarında, bazen bir üstgeçit altında, bazense sığındığı sıcak bir köşede sabahlıyordu.
Kadının sesiyle irkildi, “Ne bakıyorsun hayvan! Hepiniz aynısınız!”. Kapıyı çarpıp, çıktı kahvehaneden kadın. Kahvedekiler başlarını kaldırdı, sonra kâğıtlarına daldılar. Kıpkırmızı oldu. Aniden kalktı, o da çıktı kahvehaneden.
***
Akşam kıvrıldığı kömürlüğün köşesinde uyuyordu. Gelinliği içindeki sevdiği kızı öpüyordu düşünde. Biri omzunu sarstı. Gözlerini araladı. “Kalk bakalım” dedi bir ses, “Haydi karakola”. Doğrulmaya çalıştı. Bacakları kaskatı kesilmişti. “Haydi dedim, uyuşuk herif” dedi aynı ses. Kömürlükten çıktı. İki polis koluna girdi. Minibüsün etrafına toplanan kalabalık, meraklı gözlerle ne olduğunu anlamaya çalışırken, öğle ezanı okunuyordu.
Karakolda kısa bir sorgudan sonra kendisini Asayiş Şube Müdürlüğü’ne götürdüler. Polisler sürekli bir kadından bahsediyor, anlat diyorlardı. Çayın parasını vermeden kahveden çıktığını hatırladı. Geçen kış bir süre kaldığı işhanı yanınca da böyle olmuştu. “Çayın parasını vermeyi vallahi unuttum abi” diyecek oldu, “Ne çayı ulan!” dedi polislerden iri yarı olanı. “Kadın sana bağırmış. arkasından koşmuşsun. Şahitler var”, dedi öteki polis “İnşaatta bulmuşlar cesedini. Tecavüz de etmişsin”. Cevap veremedi. Sorgusu tamamlanınca sevk edildiği adliyede tutuklanarak, cezaevine gönderildi.
***
Elinde, gazeteye sarılı, kaskatı bir simitle kahveden içeri girdi. Kahvedeki uğultu kesildi. Koşarak yanına geldi Kahveci Ali, “Çay getir Ali abine oğlum” diye seslendi çay ocağına doğru. “Yok, dışarıda içerim” diyecek oldu Apo, Ali omzundan bastırıp, çektiği sandalyeye oturttu Apo’yu. Karşı masadakiler aralarında fısıldaştılar, içlerinden genç olanı, koşarak çıktı ve birkaç dakika sonra ekmek arası dönerle döndü, “Al Apocum, afiyet olsun” diyerek uzattı paketi Apo’ya. Simidini gazete kağıdına tekrar sardı, usulca ceketinin cebine koydu. Dönerden bir ısırık almıştı ki, kahvenin kapısında, birinin elinde fotoğraf makinesi, iki adam bitiverdi. Adamlar Apo’yu görünce sevindiler. Kahveci Ali de ağzı kulaklarında, adamları kahveye buyur etti. Apo’nun karşısına oturttu adamları, Ali onlarla konuşmaya daldı.
“İşte gördünüz, zararı yoktur. Kimseden karşılıksız bir şey almaz. Aç olsa bile, ekmek dahi istemez. Bir kaç yıl önce aşağı sokaktaki işhanında büyük bir yangın çıktı. O zaman da gözaltına aldılar Apo’yu. Yaklaşık iki yıl Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde kaldı. Döndüğünde gayet iyiydi. Bakılıp, tedavi gördüğünde iyi oluyor. Uzun süre sokaklarda kalınca tuhaflaşıyor Apo. Polislere de anlattım, ama dinlemediler” dedi. Adamlardan uzun boylusu, fotoğraflarını çekerken, diğer adam konuşmaya başladı.
“Apo, neyle suçlandığını söylediler mi sana?”
“Bir şeyler dediler. Pek hatırlamıyorum. Kadını anlattılar”.
“İçeride sana iyi davrandılar mı?”
“Gerektiği kadar davrandılar. Orada 70-80 kişi vardı. Bir kere daha gitmiştim”
Apo yorgundu. Soru soran adamlar kendisini bırakıp, diğerleriyle konuşmaya başlayınca, geldiği gibi sessizce çıktı kahveden.
***
Gece yarısına doğru, soğuk iliklerine işlemiş bir halde, kahvenin kapısında belirdiğinde, Kahveci Ali masadaki gazeteye eğilmiş, hararetli hararetli bir şeyler anlatıyordu. Kalabalıktı kahve. Apo girince içerdeki uğultu kesildi, tüm gözler ona yöneldi. Dönecek gibi oldu geri, “Gel Apo. Çay içelim”, dedi içlerinden biri, kolundan çekerek. “Olur” diyerek girdi içeri. Bir masaya oturdu. Elindeki gazeteyi uzatarak, “Bak ne yakışıklı çıkmışsın” dedi Kahveci Ali, “Bizi de çektiler, ama sadece senin fotoğrafını koymuşlar”. Çayı geldi. Avuçladı sıcak çay bardağını. Haberi okumaya başladı içlerinden biri.
“Kader tekstil atölyesinde sekreter olarak çalışan Nesrin Tabak'a tecavüz edip öldürdüğü iddia edilen ve olaydan sonra yakalanan Abdullah Kalfa, çelişkili ifadeler verdiği sorgusunun tamamlanmasının ardından sevk edildiği adliyede tutuklanarak, cezaevine gönderilmişti. DNA testi tutmayan Abdullah Kalfa’nın akli dengesi yerinde bulunmamış ve olaydan bir hafta sonra serbest bırakılmıştı”.
Apo’nun omzunun üzerinden, masaya bakan Kahveci Ali’nin gözü, gazetenin üçüncü sayfasında, altlardaki başka bir fotoğrafa takıldı. Küçük fotoğrafta bir çift vardı. Kadını tanımıyordu, ama adamı biryerlerden hatırlar gibiydi. Masaya yaklaştı. Fotoğrafın altındakileri okumaya koyuldu. Haberde, bir hafta önce intihar eden adamın kimliğinin teşhis edildiği, adamın önceki gün evinde ölü bulunan ve intihar ettiği anlaşılan kadının eski sevgilisi olduğu yazıyordu. Askıdaki paltosuna uzandı, çırağa seslendi “Umut’tayım, dükkân sana emanet”.
* Abdullah Kalafat'ın gerçek hikayesinden esinlenerek yazılmıştır.
Ocak 2005
Ankara
Caner Can
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder