26.11.2011
19.11.2011
Ömer Lütfi Akad (1916-......)
“Adapazarı’na gitmeye hazırlanıyorduk. Gitmeden önce bazı siparişler vermek üzere biriyle buluşmam gerekiyordu. Birden, üstümün başımın pek güven verici olmadığını fark ettim, özellikle ayakkabılarım çok kötü durumdaydı. Taksim Sineması’nın (şimdi Devlet Tiyatrosu’nun bulunduğu bina) uzun duvarı boyunca art arda dizili ayakkabı boyacılarına doğru hızla yürüdüm, az vaktim vardı, en öndekinin sandığına ayağımı koydum. ‘Çabuk usta, şişir, acelem var’ dedim. Boyacı başparmağı ile arkayı gösterdi. ‘Arkadaki arkadaşa geç beyim’ dedi. ‘Neden, ne oluyor’ dedim. ‘Ben ayakkabı boyarım’ dedi adam, ‘Bu benim işim, şişirme istiyorsan arkaya geç’. Bir an kalakaldım. Bütün alacağı yirmi beş kuruştu, bir liranın dörtte biri. Ayağımı sandıktan çekmedim. ‘buyur, bildiğin gibi boya’ dedim, ‘hakkını ver’. beni bekleyen sonsuza kadar bekleyebilirdi, ben burada hayatımın dersini alıyordum.”
Lütfi Akad, ışıkla karanlık arasında, sayfa 24.
17.11.2011
16.11.2011
Biraya Hücum
A Map of Woman’s Heart
A Map of the Open Country of a Woman’s Heart was a map created by D. W. Kellogg circa 1833–1842, in the tradition of these maps of the human condition you might recall, subtitled “Exhibiting its internal communications, and the facilities and dangers to Travellers therein.” Though it mostly depicts Woman as a sentimental, selfish, and superficial being driven by vanity, it places Love at the center of her heart, with Good Sense, Patience, and Prudence at its tip — or bottom, depending on the interpretation.
14.11.2011
13.11.2011
10.11.2011
8.11.2011
Yeni Bir Birim: Ayak Küp
Canım Medyam, Anadolu Ajansı'nın bayramda nöbetçi olan çalışanlarınca İngilizce'den yapılan haber çevirisini kopyala-yapıştır yapınca, ortaya böyle bir garabet çıkmış.
5.11.2011
2.11.2011
Pembe Ev
Sedat Beylerin misafir odasında, sedef kakmalı, büyük gri kanepenin
kıyısındayım.
Ev dağınık. Aynalı büfenin üzerinde,
kutusu açılmamış su ısıtıcısı duruyor.
Koltuklardan birinde cep telefonu şarj cihazı, kablosu yere
sarkmış. Yemek masasının ortasında, yarısı
tamamlanmış yapboz, beş bin parçalı, sandalyenin üzerindeki kutusunda beyaz bir yelkenli
fotoğrafı.
Sedat Bey yan koltukta,
ayak ayak üstüne atmış. “Kusura bakma, ev dağınık” diyor, mahcup olmuş gibi
yaparcasına.
50’li yaşlarda Sedat Bey.
Orta boylu, hafif tıknaz. Kır
saçları kısa. Ağzı yamukça. Aynı Bakanlıktayız.
Daire Başkanı olur kendisi. Ev aradığımı duyan
memur arkadaşlardan biri tanıştırmıştı bizi dört yıl önce, “İşte yeni kiracınız” diye.
Evi büyük, ama çok eski, bin dolar da depozito istedi. Fazla eşyamız vardı, emlakçıya komisyon
da vermeyeceğiz nasılsa diyerek tutmak zorunda kaldık evi.
Konudan konuya
geçiyoruz. Bakanlıktaki işlerin yoğunluğundan,
yaz tatilinden, belediyenin bitmek bilmeyen
yol çalışmalarından, Ankara’nın
kirli havasından, kuraklıktan ve önümüzdeki yaz
çekeceğimiz susuzluktan konuşuyoruz.
Dinlemiyorum aslında söylediklerini, aklımda en an üç kere söylememe karşın iki
senedir yaptırmadığı banyonun tavanı var. Tavan berbat halde, beton görülüyor açılan delikten. Sıvanın banyodayken bazen parça parça kafamıza düştüğünü söylesem bu kez yaptırır
mı acaba? Neyse, şimdi pek sırası değil!
Biraz gergin Sedat Bey, gerginliği bana geçiyor. Geçen yıl, “Ne içersin?” diye sormuştu kapıdan girer girmez, hâlâ sormadı! Derdim çay, kahve değil aslında da, gerginliğinin bizim meseleyi etkileyecek olmasından çekiniyorum. Ziyareti kısa tutmak niyetinde.
Koridorda hafif
bir karaltı görüyorum, Kâzım giriyor
odaya. Yan gözle Sedat Beye bakıyorum.
Suratını asıyor, sıkıntıyla omuzlarını oynatıyor koltuğunda.
18-19 yaşlarında Kâzım. Yüzünde aynı, tanıdık, saf gülümseme.
Geçen yıla göre çok şişmanlamış. Aynı eşofmanı giyiyor, dirsek yerleri iplik iplik, rengi iyice solmuş.
- Merhaba Kâzım,
Nasılsın?
- İiii.
Parmağıyla
saçlarını gösteriyor,
- Baaaak.
“Yeni kestirdik abisi” diyor
Sedat Bey.
- Çok yakışmış,
sıhhatler olsun.
“Okul nasıl
gidiyor?”, diye
soracak oluyorum, “IIhh, ııhhh” yapıyor Kâzım,
yüzünü buruşturuveriyor. Ağladı ağlayacak.
Uzatıp kolunu gösteriyor. Sedat Bey pek oralı değil.
- Okul en
büyük derdimiz. Servisiydi, özel
öğretmeniydi onca para veriyoruz, ama gitmek istemiyor
okula, bütün gün bilgisayar başında!
Gülüyor Kâzım, eliyle
direksiyon tutarmış gibi yapıyor. Sonra
tekrar kolunu gösteriyor.
“Geçenlerde
servisteki çocuklardan bir kolunu ısırmış, sıra arkadaşı Nergis’in ailesi
İzmir’e taşınınca, artık hiç sevmez oldu okulu” diyor Sedat Bey.
- Gidilmez mi
okul….
Arkasını dönüp,
çıkıveriyor odadan Kâzım. Sessizliği
Sedat Bey bozuyor. Teraslarının yalıtımından,
kızının özel okul taksidinden, Kâzım’ın servisine gelen zamdan bahsediyor, eşine
aldığı yeni arabanın vergisinin yüksekliğinden yakınıyor. Gülümsemeye çalışır gibi
yapıyorum.
Nereye
varacak bu konuşmanın sonu?
Dalıveriyor odaya
Kâzım; elinde bir resim. Bana uzatıyor
resmi. Pastel boyayla çizilmiş, uzun kollu, ince bacaklı, küçük kafalı, gözlüklü
bir adam. Sedat Bey huzursuzca çıkışıyor Kâzım’a,
- Rahat bırak
ağabeyini.
Sesini
inceltip, bana dönüyor, “Sevdiklerinin
resmini yapar Kâzım” diyor.
Sanki bunu bilmiyormuş gibi davranıyorum,
“Aaaaa öyle mi! Pek güzel olmuş. Harika
benzetmiş doğrusu”.
Kâzım’a geri
veriyorum resmi. Büfenin yanındaki koltuğa ilişiyor
Kâzım. Büfeye bakıyorum, aynadan
mutfak kapısının buzlu camına yansıyan televizyonun
ışığı görünüyor. Kâzım, cebinden
çıkardığı küçük kırmızı sünger topla oynamaya başlıyor.
Sedat Bey başıyla
kapıyı işaret ediyor Kâzım’a, aldırmıyor berikisi.
Odanın
ortasındaki ışıltılı, kocaman, kristal avize, büfedeki Bavyera porseleni biblolar ve koltuklardaki sedef
kakmalar daha da zevksiz geliyor
gözüme. Bunalıyorum. Göğsümde bir
ağırlık. Nasıl açsam konuyu?
Gözlerini
kaçırarak soruyor Sedat Bey beklediğim soruyu,
- Kirayı ne
yapsak?
Lafı gevelemeden
veriyorum cevabı, “Evsahibi sizsiniz, ne uygun
görüyorsunuz?”
- Biliyorsun, sizin evin kirasını aynen
babama yolluyorum. Emlâk vergisini gerçek bedel üzerinden yatırdığımdan, iki ayı
zaten doğrudan vergiye gidiyor.
Kiramızı, Antalya’da
okuyan yeğenine
göndermiyor muydun?
Kafamı bir aşağı bir yukarı sallarken,
soruyor “Siz ne düşünüyorsunuz?”. Tereddüt ediyorum, “Siz ne düşünüyorsunuz?”.
Çıkarıveriyor ağzından
baklayı,
- Dokuz yüz
elli yapsak.
Renk vermemeye
çalışarak, çakır gözlerine bakıyorum.
Büfeye kaçırıyor bakışlarını. İki senedir yüzde
on zam yapıyorduk,
bu zam yüzde otuzu geçiyor, ne
düşünüyor bu adam!. Kollarını göğsünde kavuşturuyor.
Sol kaşını kaldırarak konuşuyor,
- Bir alttaki kiracım
da yedi yüz elliye oturuyordu. Onları da sizin gibi çok severim, çocuk mühendis,
dokuz yüz elli yaptık onların kirasını
da.
Bir evi daha varmış bu apartmanda demek.
Bu apartman yeni ama. Sekiz yüze hazırlanmıştık, dokuz yüz
elli nereden çıktı. Aklım karışık. Ne
desem de vazgeçirsem şu adamı?
Odada sıkıntılı
bir sessizlik. Bakışıyoruz bir süre.
Bir şeyler demek gerek, “Sekiz yüz yaparız diye düşünüyorduk, bir parça şaşırdım
doğrusu!” diye geveliyorum.
Kayıtsız gözlerle bakıyor,
ağzı biraz daha yamuluyor,
- Bilemiyorum ki ne yapsak?
- Bizim için bu
zam fazla gerçekten.
Sol kaşı aşağıya iniyor,
kollarını koltuğun kolluklarına indiriyor. İnsafa
geliyor galiba. Boşuna seviniyorum. “Bari o zaman Temmuz ayına
kadar sekiz yüz elli olsun, Temmuzdan sonra dokuz yüz elli yaparız”, deyiveriyor.
O zaman onu da alma, insafsız. Geçen ay, yirmi
senelik şofbenin bakımına yüz milyon
verdim, oralı bile olmadın söyleyince. Yüzde otuzdan fazla zam ne demek! Tabii, mevsim
kış, bizi çıkarırsan en azından dokuz yüze kiralarsın evi. Bizim gibi kiracıyı nereden bulacaksın. Ayın
on beşi geldi mi sabah, ilk iş kirayı
yatırıyoruz.
Banyonun tavanının haliyse malum.
Çaresizce
kabul ediyorum zammı,
- Peki öyleyse! Sağlık
olsun. Nasıl olacaksa! O halde,
gelecek yıl zammı biraz düşük
tutarız, değil mi?
Sesini çıkarmıyor, isteksizce gülümsüyor.
İyice canım sıkılıyor.
kalkmaya
hazırlanıyorum, “Bir şey içer misin?” diye
soracak oluyor. Mutfağa bakarak
konuşuyorum:
- Malum
haftasonu, ev işleri bekler, hem sizi meşgul etmeyeyim daha fazla.
- Ne meşguliyeti! Olur mu canım? Bayramda
buradayız. Bak bu sefer bekliyoruz sizi. Gelin, oturalım, sohbet edelim. Daireye de hiç uğramıyorsun,
gel ara sıra, çayımı iç.
Gülümsemeye
çalışıyor, “İnşallah, biz de çok isteriz, harika olur gerçekten” diye
mırıldanıyorum.
Kalkmak için
doğrulurken, önce koridorun ucunda yok oluveriyor Kâzım, sonra kapının yanında bitiveriyor. Elindeki kağıdı elime tutuşturup, koridorun ucunda
kayboluyor
yine. Sedat Bey, sinirli sinirli
başını iki yana sallıyor. Kağıdı paltomun cebine tıkıştırıveriyorum. Bir an önce çıksam şuradan. “Eşinize
çok selamlar”. Yanıt beklemeden, merdivenlerden hızla inip, sokağa çıkıyorum.
Kasım’ın son
günleri, ayaz yüzümü
kesiyor. Bir iki adım sonra, parmak
uçlarım sızlıyor. Ellerimi cebime
sokuyorum. Kazım’ın verdiği kağıt geliyor elime. Kâzım’ın yaptığı resim bu. Gözlüklü
adamın yüzüne bir gülümseme koymuş. Bu kez adamın hemen yanına kırmızı çatılı,
pembe bir ev çizmiş. Yüzümde tebessüm, kâğıdı katlayıp
koyuyorum
cebime. Taksitleri bitmemiş yeni paltomun yakasını
kaldırıyorum.
Caner Can
Aralık 2006, Ankara
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)